İçeriğe geç

İletişim Duayeninden Tüm İletişimcilere Açık Mektup

PROF. DR: HALUK ŞAHİN (Emeritus)

İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ

İletişim duayeninden tüm iletişimcilere açık mektup: Peki şimdi ne yapmalıyız?

Bir değerlendirme

Haluk Şahin’in 20 Nisan 1974 yılında Indiana Üniversitesinden Kitle İletişimi alanında Doktora derecesini alışının 50. yılında kilometre taşı olarak yazılmıştır.

ÖN HAMİŞ

Sevgili iletişimciler,

İletişim “duayen”i derken bunu bir övgü ya da paye olarak kullanmıyorum. Sözlüklere göre, “duayen” bir meslekte en kıdemli kişi demek. En başarılı ya da en yaşlı kişi değil. Bu satırların yazarı “hasbelkader”, ilk “kitle iletişimi” (Mass Communications) doktoralı (Ph.D.) kişi olarak o konumda bulunuyor (Indiana University, 1974, 20 Nisan). Akademik olarak böyle; mesleki olarak da epey kıdemli sayılırım. Büyük basında yayınlanmış ilk röportajım 1965, ilk televizyon programımın 1974, ilk köşe yazım 1975 tarihli.

Açık mektuba gelince… Haklı olarak diyeceksiniz ki, kapalısı kaldı mı ki açığı olsun mektubun? Evet, orada haklısınız. Mektup artık posta oldu, ileti oldu, tekst oldu, not oldu, içerik oldu. Dijitalleşmiş toplumlarda insanlar, özellikle gençler, mektuplaşmıyor yazışıyorlar. Eski anlamıyla mektup yazmak da, şiir yazmak gibi, yeni iletişim ortamının rağbet etmediği, hatta körelttiği becerileri arasında yer alıyor…

Bence ikisi de, hayatın nektarını azaltan önemli kayıplardır.

“Farkındalık “peşindeki genç insanlar bunun farkında değiller. Hep söylüyorum: En büyük kayıplarımız, kaybettiğimizin farkında olmadıklarımızdır. Temiz hava gibi, sessizlik gibi, çeşmeden avucunla kana kana su içmek gibi…

En büyük kazançlarımıza ise kısa sürede alışıyor, sanki onlar hep varmış gibi davranıyoruz.

İletişimde, teknolojik ilerleme evrimsel gelişimi geçti. Biyoloji, teknolojiye yenik düştü. Bunu başaran da insan, bunun kurbanı da insan.

Ana sömürü alanı artık iş saatleri değil, iş dışı saatler, “boş zamanlar.” Bunu somut verilere bakarak ilk saptamış olanlardan olduğumu ve “boş zamanların sömürgeleştirilmesi” terimini kullanarak açıkladığımı söyleyip peşin peşin övünebilir iyim? (“Beyond the realm of necessity: television and the colonization of leisure”, Media, Culture and Society, 1980 3, J. P. Robinson ile)

50 yılda bir çok şey değişti. Son 10 yıl içinde bu değişim daha da hızlandı.

İletişimciler olarak durup düşünmenin, iç dökmenin, dertleşmenin tam zamanıdır.

Kimdik, kimiz, kim olacağız? İşler karışık:

Şimdi ne yapacağız?

ÖNCE KONUM VERELİM

Madem mektup dedik, evvela hâl hatır sorarak başlayalım: Umarım afiyettesinizdir. Gelgelelim, keyfinizin pek yerinde olduğunu tahmin etmiyorum. Üzerinde durmaya çalıştığımız zemin durmadan kayıyor. Matbaa ürünü son gazeteler ömürlerini uzatmak için son bir gayretle çabalıyorlar. Radyo artık marjinal, televizyon artık evin başköşesinde değil. Sinema salonları bomboş. Meslek haline gelmiş birçok iletişim becerisi Yapay Zeka’ya devrediliyor. Bırakın temel tanımları, iletişim alanını bir çeşit kutsal bölge haline getirmiş asırlık varsayımlar yıkılıyor. Değişim o kadar hızlı ki, bırakın uzunu, orta vadeli bir plan yapabilmek mümkün değil. Tamam, mesaj göndermek kolay, artık hemen herkes konuşuyor, konuşabiliyor, hem de Babil Kulesi’nde olduğu gibi farklı dillerde değil…

Ancak, gürültüden kimin ne dediği anlaşılmıyor.

Nasıl geldik buraya?

Kitle iletişimi üzerine bu ülkede ilk doktorayı almış biri olarak bu soruya yanıt aramaktan sorumlu hissediyorum.

Bu açık mektup, o sorumluluğun bir sonucudur. O ilk doktorayı aldığımdan bu yana tam 50 yıl geçtiğini keşfettiğimde düşündüm yazmayı: 1974-2024. Tam 50 yıl, yarım yüzyıl! Hele iletişim gibi bir alanda uzun bir zaman dilimi bu.

Düşünün ki, başladığımda dilimizde “iletişim” sözcüğü bile yoktu. “Haberleşme“ diyorduk. Bursa gazetelerine yazdığım yazılar, tek tek kurşun harfler olarak, kutulardan alınıp yan yana diziliyordu…

Şimdi 50 yıl sonra bilgisayarda bu satırları yazarken zaman zaman düğmeye basarak hurufatı değiştiriyor, büyültüp küçültüyorum. Yapay Zekâ programlarıyla yapabildiklerim ise akıllara seza!

Kuşkusuz pek çok şey değişti. Ama çok önemli bazı şeyler de değişmedi. Bu mektupta, çöp ile samanı, değişenle değişmeyeni, değişmesi gerekenle asla değişmemesi gerekeni birbirinden ayırmak istiyorum. İletişim muammasının özüne, ta başlangıcına inmek istiyorum.

Madem İletişim Çağı’nda yaşıyoruz, yaptığımız iş üzerinde düşünmek zorundayız.

İLETİŞİMCİ NE YAPAR?

Ne işe yarar? Marifeti nedir? Neyi başkalarından daha iyi bilir?

1974 yılında, Bursa’da yaşayan anneanneme Amerika’da Kitle Haberleşmesi üzerine doktorayı tamamladığımı söylediğimde, “Yani ne yapacaksın?” diye sormuştu. O zaman “kitle iletişimi” terimi yoktu ve anneannemin doktorlarla ilgili görüşü, tansiyonunu ölçen beyaz gömleklilerle sınırlıydı.

Ne diyeceğimi, nasıl anlatacağımı bilmediğimden; “Hiiç, gazetecilik, radyo, televizyon filan…” diye mırıldanmıştım.

“Yani onları tamir mi edeceksin?” demişti. Çok gülmüştüm.

Meğer bir bildiği varmış rahmetlinin. Hayatım, bu konunun o kadar da komik olmadığını öğrenerek geçti.

Yine aynı yıl, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde doktorayı bitirip Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu’nda asistan olmak üzere Ankara’ya geldiğim halde kendimi TRT Genel Müdürü İsmail Cem’in televizyon program danışmanı olarak bulduğumda da böyle bir olay yaşadım.

Çankaya’da MESA apartmanlarında oturuyorduk. Gece yarısından sonra kapı çalındı, kalkıp açtım, iki kişi vardı. Birisi ezilip büzülerek “Doktor Bey, kusura bakmayın, bu saatte rahatsız ediyorum. Üst katta bir hastamız var da… Acaba…”

“Kusura bakmayın ama ben o bildiğiniz doktorlardan değilim,” dedim.

“Siz ne doktorusunuz?”

“Kitle Haberleşmesi doktoruyum!”

Adamlar, mahcup, özür dileyip gittiler.

Bir dostun palavrasına göre biri ötekine “Son zamanlarda ne acayip hastalıklar çıktı ya!” demiş.

Acayip hastalıklar!

Bir de şimdiki halimizi görseler acaba ne derlerdi! O zaman günde 5-6 saat yayın yapan bir siyah beyaz televizyonumuz ve biri uzun öteki orta dalgada iki radyo istasyonumuzdan başka bir şeyimiz yoktu. Bir de şimdiki halimize bakın!

Evet, itiraf ediyorum, Türkiye’nin ilk Kitle İletişimi doktoruyum. Duayen de neymiş, müzeliğim! Zaman zaman camekanımdan çıkıp, diğer doktorlar, asistanlar, hastabakıcılar önünde o acayip hastalık ve onun türevleri üzerine konuşmalar yapıyorum. Yan yana resim çektirmek isteyenler de oluyor…

Kendim böyle planlamamıştım. Hasbelkader bu alanda doktora yaptım.

İyi ki yapmışım!

Amerika’da doktora öğrencisiyken duvarlarda şöyle yazılara rastlardım:

“Doktora öğrenimi, bir konuda gittikçe daha fazla şey öğrenmeyi gerektirir. Ta ki o konuda her şeyi bilesiniz ve diğer konularda ise hiçbir şeyi!”

Neyse ki, benim doktora yaptığım dalda böyle değilmiş. Bu dalda ne her şeyi bilmem mümkünmüş ne de başka her şeyi unutmak!

Bir ortak alanmış burası! “Disiplinlerarası” diyorlarmış!

Bir bakıma iletişim en eski bilim dallarından biri, en baştan beri var. Adı Retorik olan kitabını “Muallim-i Evvel” Aristoteles 2500 yıl önce yazmış.

Bir bakıma da çok yeni bir dal: 19. Yüzyıl’ın ortalarında, elektrik sayesinde iletişim ulaştırma hızından kopuyor, at hızıyla değil, ışık hızıyla yol almaya başlıyor. Bu, devrimsel bir sıçramadır. Telgrafın izinden telsiz, radyo, televizyon, bilgisayar derken hayatın hızı değişiveriyor.

Telgrafın bulunuşunu, bundan 13,8 milyar yıl önce gerçekleşmiş olan “Big Bang”e benzetebiliriz. Yepyeni bir boyuta geçilmiştir.

Ve iletişim evreni hala genişlemektedir…

Bilimsel ve akademik açıdan da bu, kuşlara maşrapayla arpa atılmış gibidir. Nasıl da dört bir yandan uçup gelir çeşit çeşit kuşlar, nasıl da bir hevesle saldırırlar yemlere… Ana alanı sosyoloji, psikoloji, tarih, antropoloji, ekonomi, matematik, edebiyat vb. kuşlar… Yeni bir yem türü bulmuşlardır. Onu yutup sindirmeye çalışacaklardır.

Derken, o yem bir öğrenme alanı olarak özerkleşmeye başlar. Henüz ayrı okulları yoktur. Ayrı yüksek lisans programları, doktora programları da yoktur. Ama her yerde bir “iletişim”, (“communication”) sözüdür gitmektedir.

Bence insanlığın avcılık-toplayıcılıktan tarıma ya da tarımdan sanayiye geçişi kadar kökten bir değişimdir bu!

Günümüzü ve yarınımızı anlayabilmek için bu süreci anlamak durumundayız. Bu zordur, çünkü biz onun içinde doğduk, çünkü ol mahilerdir ki derya içredir, deryayı bilmezler!

BEYAZ ATLI PRENSİN GEÇTİĞİ YOL

“Kader” beni aşar ama, şansa inanırım. Çünkü “şans”, tümüyle başka güçlerin emrinde değildir, istendiğinde yaratılabilen bir olasılıktır, fırsattır. Beyaz atlı prensi bekliyorsanız atların geçtiği yola inmeniz gerekir.

Benimki öyle oldu!

Şanslıydım, çünkü henüz dilimizde iletişim sözcüğünün olmaması bir yana, Türkiye’de bu alanda Yüksek Lisans öğrenimi de yoktu.

1968 yılında UNESCO bursuyla Gazetecilik üzerine Yüksek Lisans yapmak üzere, bir yıllığına gittiğim Amerika’da bile yeni başlıyordu. İletişim hala birkaç başlık altında; Sosyoloji, Psikoloji, Tarih gibi ana bilim dallarında değinilen bir konuydu. İletişim zanaatına ilişkin becerilerin öğretildiği tek tük gazetecilik okulları, retorik-hitabet-tiyatro okulları, az sayıda radyo televizyon bölümleri vardı.

Gazetecilik okulu ünlü olan Indiana Üniversitesi, radyo-televizyon bölümünü yeni kurmuştu. Hem gazetecilikte hem de radyo-televizyonda ayrı ayrı Yüksek Lisans ya da Master yapabilirdiniz ama Doktora yapamazdınız.

Benim UNESCO bursum bir yıllıktı. Ancak, Türkiye’de Gazetecilik değil Hukuk okuduğum için bir yılda Master yapmamın mümkün olmadığını, “undergraduate deficiency” dedikleri ders noksanımı gidermek için ek dersler almamı istediler. Muhabirlik, editörlük, fotoğrafçılık gibi…

Öyle yaptım. Program, iki yerine üç sömestre, yani bir buçuk yıla çıktı. Gelgelelim, UNESCO, bursu uzatamıyordu. Her şeyi yarım bırakıp Ankara’ya eli boş geri dönmek istemiyordum. Neyse ki, Gazetecilik Fakültesi dekanı Richard Gray asistanlık teklif etti.

“Radyo-TV ile ortaklaşa Kitle İletişimi doktora programı kuruyoruz, sen de doktora yaparsın,” dedi! Zaten akademisyen olarak doktora yapmak zorundaydım.

Hayatımın tüm planları apansız değişiverdi. Hasbelkader! Bunları ben böyle planlamamıştım. Ama atların geçtiği yola inmiştim!

TEZ KONUSU NASIL BULUNUR?

Sıra Yüksek Lisans tezini yazmaya geldi. Tez danışmanım Prof. Dr. Cleve Wilhoit’e tez önerimi sundum:

Yıl 1970. Önce Fransa’da başlayan 1968 gençlik hareketlerinin artçı depremleri tüm dünyada hissediliyor. 1968’de İstanbul’dan ayrıldığımda İstanbul Üniversitesi, bazıları arkadaşım olan öğrencilerin işgali altındaydı. Sol rüzgarlar sert esiyor, her şey sorgulanıyordu. Türkiye bir münazara kulübüne dönmüştü…

1961 Anayasa’sının çocukları olarak birkaç yıldır büyük sorular soruyor, kocaman cevaplar veriyorduk. İnsanlık tarım toplumuna nasıl geçti, feodalite nasıl çöktü, burjuvazi ilerici miydi, işçi sınıfı nasıl doğdu, Türkiye niçin trenleri kaçırdı ve “azgelişmiş” kaldı? Gelişmiş olanları nasıl yakalayabilir?

Kafamda bu türden büyük sorularla gelmiştim.

Sokrates’in “Tamam, sorunları çözmek için başka yere gidiyorsun da, oraya kendini götürmüyor musun?” deyişini haklı gösteren sorular…

O günlerde Amerikan üniversitelerindeki öğrenciler arasında da bu gibi “derin” sorular yaygındı. Bütün kurulu düzenle (The Establishment) birlikte kurulu medya da sorgulanıyordu. Bunun başlıca nedeni, Vietnam savaşıydı kuşkusuz, daha doğrusu bu savaş sırasında askerliğin mecburi olmasıydı. Çocuklar, bir gün askere çağırılıp, dünyanın öbür ucundaki bir savaşta pisi pisine ölmek istemiyorlardı.

Gelin görün ki, Amerikan basını genellikle savaşı destekliyordu. Şimdiye kadar tüm Amerikan savaşlarını desteklediği gibi… Amerika’da, kökenleri derin bir dinsel savaş karşıtlığı damarı olmasına rağmen böyleydi bu.

Büyük gazete patronu William Randolph Hearst emrindeki foto muhabirine, “Hadi bakalım, resimler senden, savaş benden!” dememiş miydi?

Yüksek lisans için tez konum olarak, büyük basın ile devletin dış politikaları arasındaki uyumu ele almak istiyordum. Aklım sıra, Amerikan basınının Amerikan devletinin kuklası olduğunu kanıtlayacaktım. Emin olun, henüz Noam Chomsky dilbilimi bırakıp siyasi konulara girmemiş, “Rıza Üretimi” (Manufacturing of Consent) kitabını yazmamıştı (1988). Seçtiğim konu, Türkiye’den getirdiğim ve burada öğrenci arkadaşlarımdan duyduğum soruların uzantısıydı.

Danışmanım Dr. Wilhoit tez önerimi okuyunca güldü. “Haluk, bu çok büyük bir soru,” dedi. “Ben senin bu soruyu daraltıp, ampirik bir çalışma, örneğin bir içerik analizi yapmanı tercih ederim.”

“Nasıl mesela?” diye sordum.

“Mesela bizim üniversitenin bulunduğu Monroe ilçesinin yerel meclisi geçenlerde toplanmıştı. Acaba bizim kasabanın gazetesi Bloomington Herald o toplantıları nasıl verdi? Kimi tuttu ya da kime karşı çıktı? Makale ve cümle sayarak…”

Gülme sırası bana gelmişti.

“Cleve, bu da çok küçük bir soru,” dedim. “Ayıracağım zamana değmez.”

İLK EMİR: MERAK EDECEKSİN!

Evet, bir bakıma inat ettim. Entelektüel merak ve merakta ısrar, kör bir inada dönüşmemek kaydıyla, bir erdemdir. Bilimde de gazetecilikte de, büyük istisnalar dışında, aranmayan şey bulunmaz. Hatta, aranmayan şey görülmez.

Meraksız insanların gazetecilik ve akademisyenlikten daha iyi yapacağı başka işler vardır. Malum, meraksızlık köylülerin özelliğidir.

Sonunda ikimizin de üzerinde anlaştığı bir orta yolu bulduk. Evet, pöstekinin kıllarını sayacaktım, yani bir içerik analizi yapacaktım. Ama, New York Times gazetesinin farklı dönemlerde Türkiye’ye yönelik haber ve yazılardaki “değerlendirmesel” (evaluative) sözcük seçiminin Amerikan dış politikasına göre değişip değişmediğine bakacaktım.

Baktım da. Hipotezim doğrulandı. Evet, değişiyordu. Türkiye ile ilişkiler iyi gidiyorsa, gazetenin kullandığı sıfatlar bile değişiyordu. Cleve’in desteğiyle o araştırmanın bulgularını önce bir bilimsel konferansta sundum. Sonra da alanın önemli dergilerinden Journalism Quarterly’de yayınladım. İlk bilimsel yayınımdır. (“Turkish Poliitics in New York Times: A Comparative Content Analysis”, Journalism Quarterly, Vol 50, Issue 4, 1973)

Akademik hayatım boyunca yüksek lisans ve doktora öğrencilerime moda olan değil, gerçekten merak ettikleri konulara yönelmelerini söyledim. Bazı konular baştan önemlidir, bazılarını siz önemli hale getirirsiniz. Özellikle doktora öğrencilerime “Tez için öyle bir konu bulun ki, o konunun uzmanı olarak sivrilin, 25 yıl sonra bile fikrinizi sorsunlar!” demişimdir.

Benim şansım yaver gitti. TRT’nin özerkliğini doktoradan 50 yıl sonra bile soranlar oluyor. (Broadcasting Autonomy in Turkey: Its Rise and Fall, Indiana University, Ph. D. Dissertation, February 1974).)

Akademik hayatı seçenlere şu tavsiyem de bir takıntı gibi hala sürüyor:

“En azından bir konuyu herkesten iyi bilin; o konu mu, bile bilse filanca bilir desinler!’”

Küçük de olsa, bir konuyu en iyi bilen insan olmak! Şu malumatfuruş çağda ne büyük bir ayrıcalıktır!

Ancak, yüksek lisans tezi deneyimimin benim için en büyük yararı, tarihsel ve felsefi büyük sorulara teleskopla bakan Avrupa yaklaşımı ile küçük somut olayları mikroskopla inceleyen ampirik Amerikan anlayışı arasındaki farkı görmek oldu.

Kısmen de olsa iş dünyası tarafından fonlanan Amerikan akademiyası, büyük felsefi ve tarihsel soruları kenara itmiş, küçük soruların peşine düşmüş, pratik ve pragmatik olurken “fikir alemi”nden kopmuştu. Buna karşılık Avrupa akademiyası felsefi bulutlar arasında uçuyor, kendi dumanlı dilinden vazgeçmiyor, somut olgulara öncelik veren çalışmaları bir çeşit mühendislik olarak küçümsüyordu.

Zamanla, özellikle 1980’den sonra, bu uçurum bir ölçüde kapandı. Amerikan akademisyenleri arasından Avrupa kökenli Eleştirel Kuram’a yönelenler çıktı, bazı üniversitelerde bunların egemen olduğu bölümler kuruldu. Medya Çalışmaları, yani medyayı ideoloji üreten bir kültür kurumu olarak eleştirel açıdan dışardan irdeleyen, postmodernizme ve psikanalize ağırlık veren, feminizm ve ırkçılık üzerinde yoğunlaşan çalışmaları bunlar arasında sayabiliriz. Yani böylece Avrupa kökenli felsefi yaklaşımın da ayaklarının yere değdiğini ve güncel hayatın somut gerçekleriyle buluştuğunu söyleyebiliriz.

Bu arada Frankfurt Okulu’ndan etkilenmekle birlikte, Amerikan ampirik anlayışı ile barışık Avrupa kökenli tanınmış araştırmacılar Paul Lazarsfeld, Elihu Katz, George Gerbner ve Elizabet Noelle-Neumann ile, toplantı ve sınıfları paylaşmak ve tartışmak ve hatta sınıfıma davet etmek övünç duyduğum anılarım arasındadır. İletişim kuramı okumuş olanlar bu isimleri, sırasıyla, “İki Aşamalı Akış”, “Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı”, Yetiştirme “(Cultivation) , “Sessizlik Sarmalı” kuramlarından hatırlayabilirler.

İletişimbilimin anıt isimleri!!

ALAYLI – MEKTEPLİ ÇATIŞMASI

Bu, işin kuramsal ve akademik yanı. Ben Amerika’ya gazetecilik üzerine Yüksek Lisans yapmak için bu amaca uygun bir üniversiteye gönderilmiştim. Indiana üniversitesi, dünyaca ünlü Müzik Okulu’nun yanında Gazetecilik Okulu’yla tanınan bir eyalet üniversitesiydi. Ayrıca bazı spor dallarında, örneğin yüzme (Mark Spitz) ve basketbolda (Bobby Knight) şöhretin doruğundaydı. Bizim fakülte İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü savaş muhabiri Ernie Pyle’ın adını taşıyordu. Asıl amacı, gazetelerde çalışmak üzere muhabir ve editör yetiştirmekti. Yani mesleğe dışardan değil içerden bakıyordu. Öğretim kadrosu, görmüş geçirmiş, ünlü gazetecilerden oluşuyordu. Doktora yapmış olanlar azınlıktaydı.

Hayatımın daha sonraki aşamalarında Türkiye’de de karşıma çıkacak ve bana özel roller yükleyecek bir gerginliğin ilk örneklerine orada rastladım. Bu gerginlikte ben hep arada kaldım. Taraflar arasında çevirmenlik yaptım.

Alaylılar-mektepliler çatışmasından söz ediyorum.

Alaylılara göre, ellerinde bilgisayar kartı tomarlarıyla dolaşan mektepliler gazeteye bir başlık atmatı bile beceremeyecek çaylaklardı. Mekteplilere göre ise, kendilerini küçümseyen alaylılar basit bir istatistik tablosunu anlayamayacak cahillerdi. Alaylıların lakabı “green eye-shades” yani “yeşil siperlikli şapkalılar”, mekteplilerin ise “chi squares” yani “ki kareler”di. Yani dünyayı rakamlardan ibaret gören muhallebi çocukları…

Her iki taraf da ötekileri iğnelemek için bana açılırdı.

ETKİLİ İLETİŞİM ÖĞRENİLEBİLİR

Bir de kırmalar vardı. Örneğin bizim fakültenin dekanı Richard Gray, doktoralıydı ama Time dergisinde editörlük yapmıştı. Aslında mektepliler dediklerimin çoğu kitle iletişimi konusunda değil, yan dallarda doktora yapmışlardı. Bu arada 2500 yıllık Retorik geleneğini sürdüren hitabet, tiyatro gibi alanlarda okumuş olanlara rastlanıyordu. Gazetecilik okulları da başlangıçta yadırganmış, kendisine ancak onların şemsiyesi altında yer bulmuştu. Halkla İlişkiler ve Reklamcılık da öyle. Bunlar ayrıca İş İdaresi (Business) okullarında yuvalanmaya çalışıyordu.

Bu geleneğin kökleri derindeydi. Tatlı söz ve güzel yazı antik çağlardan beri insani becerilerin en üstünü sayılmıştı. Retoriğin amacı insanlara etkili konuşmayı ve böylece kalabalıkları ikna etmeyi öğretmekti. İlk iletişim modelinin Aristoteles’e ait olduğunu söyleyebiliriz:

Söyleyen—Söylev—Dinleyen—Etki

Tüm diğer iletişim modellerinin buradan çıktığını öne sürmek de yanlış olmaz.

Ve o modelin sorduğu soruları günümüzün bilimsel jargonuna tercüme ettiğimizde kendimizi çok iyi bildiğimiz yerlerde buluruz: Hedef kitleleri ikna etmek isteyen gönderici, mesajını nasıl kursun ki en yüksek düzeyde etkili olsun? Dikkat çeken, inandıran, hatırlanan mesajın formülleri nelerdir? Neleri vurgulamak, nelerden kaçınmak gerekir?

Teknik jargondan ayıklayacak olursak, hala aynı soruları sormuyor muyuz? Günümüzün aman tanımayan mesaj selleri arasında bu türden sorular üzerinde kafa patlatmıyor muyuz?

Eskiden, bu türden iletişim eğitiminden yararlanmak siyaseti tekelinde tutan soyluların ve yüksek sınıfların ayrıcalığıydı. Köleler, serfler, köylüler, kadınlar için böyle bir eğitim gereksizdi. Çünkü onların hitabet yoluyla kalabalıkları etkilemek gibi bir beceriye gereksinim duymuyorlardı.

Her seçim dönemi tartıştığımız siyasal iletişimle ilgili pek çok ana kuralı da Retorikçilerin 2500 yıl önce söylediklerinde bulabilirsiniz. Hem de coğrafya olarak, bizim buralarda!

(Ara-not ya da ukalalık: Aristoteles’in hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Assos ve Midilli’yi bu satırlardan bazılarını yazdığım adadan görebilmek ne demek! Nerede yaşadığımızı arada bir sorgulasak belki hayatlarımız bu kadar sıradan olmazdı! Çünkü sıra dışı bir yerde yaşıyoruz.)

İletişimde Retorik eğitimine verilen önem Batı’ya özgü değildi. İslam dünyasında da özellikle dinsel mesajın kitleler üzerinde etkili olmasında “belagat”tan çok şey bekleniyordu. Bunun kökenlerinin de, İbn Rüşd aracılığıyla Aristoteles’e uzandığı biliniyordu.

Çağlar boyunca Müslüman kitlelerin, “ağzından bal damlayan vaiz”lere duyduğu hayranlık kuşkusuz bir eğitim ve tecrübenin sonucuydu. O gelenekten gelen günümüz hatiplerinin kitleler üzerindeki etkisi, dinsel okullarda ve medreselerde verilen Retorik eğitimiyle ilintilidir ve iletişimci gözüyle incelenmeye değer.

Televizyonda starlaşan papazlar, imamlar ve hahamlar da işin esasını oradan öğrenmişlerdir. Sesini nerede yükselteceksin, nerede uzun uzun susacaksın, nerede elini güm diye kürsüye vuracaksın.

Papazlık öğrencilerine vaaz derslerinde şu tavsiyenin yapıldığı söylenir:

“Söylediğine ne kadar az güveniyorsan, elini kürsüye o kadar sert vuracaksın!”

Özetle: Miyopluğun alemi yok. İletişim sorunları ve eğitimi bugün ortaya çıkmış değildir. Kökleri antik zamanlara gider.

Teknolojiye, ucuz hilelere, zamazingolara bakmayın. Bu alanda insanlık sanıldığı kadar ileri gitmiş filan da değildir.

Geçmişe tepeden bakıp küçümsemek kibirdir. Yani, hak edilmemiş bir gururdur. Şımarıklıktır. İkisi de öğrenmeye engeldir. Oysa biz iletişimciler hep öğrenci olmak zorundayız.

HALKIN DİLİ NASIL ÇÖZÜLDÜ?

Batı’da Aydınlanma ve demokrasiyle birlikte zayıflayan aristokrasinin yerine talip sınıf mensuplarının da nasıl konuştuğu önem kazandı. Moliere’in 17. Yüzyılda yazılmış Cimri adlı oyununda, yeni zengin Monsieur Jourdain’in aslında “manzum” değil “nesir” konuştuğunu keşfettiği andaki şaşkınlığını hatırlayın! Çok memnun olur, çünkü artık sıradan konuşan biri değil, nesir konuşan etkili bir konuşmacıdır!

Hayatı boyunca nesir konuştuğunun ise farkında değildir.

Türkiye’de kitleler açısından düzgün konuşma konusunda önde gelen öğretmen radyo ve televizyon oldu. Televizyon öncesi dönemleri hatırlayanlar, günümüzde insanların kendilerine mikrofon uzatıldığında çatır çatır konuşmasına hayret ederler.

1970’lerde TRT’de olduğumuz yıllarda belgesel programlar için mikrofon uzattığımız insanların çoğu donup kalıyor, en beylik klişelerin ötesinde bir şey söyleyemiyorlardı. Zamanla dilleri çözüldü. Televizyon ve radyo yayılınca bu açıdan da “alacalı bulacalı” olan ülkemizde yerel lehçe ve ağızlar yumuşadı, silinmeye yüz tuttu; TRT’nin yaydığı Ankara Türkçesi – ki İstanbul kökenlidir, ortak dil oldu.

Bu kuşkusuz demokratikleşme ve uluslaşma açısından önemli bir adımdı. Ancak kültürel çeşitlilik açısından kayıplar da söz konusudur. 1950’li yıllarda kimin nereli olduğunu anlamak için birkaç cümle yeterdi. Sözlü mizahımızın ve komedimizin en önemli kaynaklarından birisi bu farklılıklardı. Artık öyle değil. Ayrıca ilkenin bütünlüğü açısından pek makbul de sayılmıyor.

İletişim teknolojilerindeki değişimin günlük yaşam içindeki etkileri gözden kaçıyor. Oysa belki de en önemli etkiler bunlar. Demokratik açıdan kazançlar kadar kayıplar da var: Bir zamanlar iyi lehçe taklidi yapanlar, Ermeni, Yahudi, Rum, Trakyalı, Arnavut, Laz, Kürt vb. ağzıyla konuşanlar hoş sohbet sayılırdı. Şimdi herkes televizyonca konuşuyor.

YALNIZCA KONUŞMAYI DEĞİL, TARTIŞMAYI DA ÖĞRETMEK GEREKİR

“İyi konuşma”nın eğitim ve kültürün bilinçli bir sonucu olduğunu 1958 yılında 17 yaşında bir AFS bursuyla lise son sınıfı okumak için ABD’ye gittiğimde keşfettim. Oradan lise diploması alabilmem için “zorunlu” yedi dersi almam gerektiğini söylediler: İki edebiyat (İngiliz ve Amerikan), iki matematik (Cebir ve Geometri), bir tarih (ABD tarihi) ve bir Hitabet ya da “speech.”

Ötekileri tamam da, “speech” ya da hitabeti anlayamamıştım. Ne ilgisi var? Açıkladılar: Bu derste dili iyi kullanma ve etkili konuşmanın yanı sıra parlamenter tartışma kurallarını öğretiyorlarmış. Söz alma, itiraz etme, yanıt verme, karara bağlama gibi…

Bizde hiç öğretilmeyen ve eksikliği ömür boyu hissedilen şeyler… Ülkemiz tartışma adabı açısından zayıftır; eskiden daha bile kötüydü. Siyasal kutuplaşmanın sert olduğu 1950’li ve 70’li yıllarda farklı görüşlerde olanların aynı mekânda birbirleriyle tartışmaları bile düşünülemezdi. Hemen kavga çıkardı. Bazı yerlerde kahvehaneler bile ayrılmıştı.

Biz, tartışa tartışa doğruyu bulma değil, paylama, lafı gediğine oturtma, haddini bildirme, ağzının payını verme geleneğinden geliyoruz. Bizde bir lafın altında kalmak, minibüsün altında kalmaktan beterdir! İnsanı ayıplarlar!

“Normal” hatta makbul sayıldıkları için bu türden kültürel alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor. Bu özellikler bugün bile yaygın ama epey gelişme var.

Yine kitle iletişim araçlarının ve özellikle televizyonun etkisi: Halkımızın aynı mekânda farklı görüşleri karşılıklı konuşmayı televizyonların tartışma programlarında öğrendiğini söyleyebiliriz. İsmail Cem döneminde başlattığımız Forum programında (1975) farklı fikirde olanların yan yana oturmalarının bile yadırgandığına tanık olduk. 1980 ve 90’larda Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’nın bu açıdan bir dönüm noktasıdır ve bir demokrasi ödülüne layıktır.

İnsanlar yan yana oturup fikirlerini açıklamayı ve sonra kavga etmeden ayrılmayı öğrendiler…

Bizde toplumsal olarak hitabetin en yaygın biçimi dinsel vaaz olagelmişti. Küçükken Bursa’da Ramazan’da cami cami dolaşan kadın akrabalarımın çok beğendiği, hiç kaçırmadıkları vaizler vardı. Akıcı konuşan, sesini iyi kullanan, izleyicisine göre duygusal manipülasyon yapabilen, gözyaşı döken döktüren vaizlerin vaaz günlerinde camiler tıklım tıklım dolardı.

Çok partili düzene geçtikten sonra siyasette de cami geleneğinden gelen ve kitlelerce çok beğenilen hatipler olagelmiştir. Osman Bölükbaşı ve Bülent Ecevit gibi. Ama bu türden hatipler “solo” yapmayı tercih etmiş, Sokratik diyalogtan kaçınmış, karşılıklı tartışma davetlerine uzak durmuşlardır.

Buna karşılık lisede mecburen “speech” okuyan Amerikalılar karşılıklı tartışma formatını tercih edegelmiştir!

Demek ki iletişim alışkanlıkları öğretile öğretile toplumun genlerine işliyor. Kültürün önemli bir kısmını o alışkanlıklar oluşturuyor. Ne konuşulduğu, nasıl konuşulduğu, dilin zenginliği ve derinliği hem kültür hem de iletişim alanının içinde olan sorular. Yani iletişim hem kültürü taşıyan hem de onu oluşturan bir etmen. Nasıl konuşuyorsak oyuz.

Bir iletişimcinin dil sorunlarına ve edebiyata kayıtsız kalması düşünülemez.

ŞİİR, MERAMI DAMITMA SANATIDIR

Şiirin toplumsal söylem alanının dışına itilmesini de bu çerçevede değerlendirebiliriz.

Ben ezberden şiir okuyan arkadaşlar arasında ve sofrada Fuzuli ve Ahmet Haşim’den dizeler mırıldanılan bir evde büyüdüm. Meramımızı anlatmakta zorluk çektiğimizde, hemen başvuracağımız birkaç dize vardı. İyi şiir okuyanlar, davudi sesli, hoşsohbet, nüktedan hatipler olarak övülmüşlerdir. Vaaz geleneğinden gelen hatipler bu alışkanlığı hala sürdürürler. Karmaşık konularda, bellekte birkaç hazır kalıp bulunması yararlı olur. Bu kalıplar zamanla sizin de iletişim becerilerinize katılır. Ortak bir paylaşma ortamı oluşur.

Ben şiir yazan, ödüller alan, ama kendisini “şair” saymayan biri olarak bu kayba her zaman üzüldüm. Hayatı dolu dolu yaşamak isteyen herkesin şiir yazması gerektiğini her yerde savundum.

Şiir; ister Homeros’la başlatın ister Yunus Emre ile, en kusursuz ve etkili ileti arayışıdır dedim. Şiir yazmak bir damıtma sürecidir. Ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik. Kendisini içinde bulduğu kozmik bilinmezlik ve ölüm yazgısı karşısında şaşkınlığını hiçbir zaman aşamayan insanın buna ihtiyacı vardır. Hitap ettiği, ister bir sevgili, ister halk, ister Tanrı ya da tanrılar olsun, insanın tanımlayıcı öğelerinden biridir bu çaba. Bir çığlık, bir mırıltı, bir türkü…

İnsan bir şey söylemek istemektedir. Ne söylemek istediğini bilmese bile…

O yüzden derim ki şiirsiz olmaz! Şiir ve felsefe olmadan iletişim öğrenimi de olmaz. Olursa da sığ olur. Zanaat düzeyinde olur.

Ne yazık ki, öyle oluyor!

KAZANÇLARA ODAKLANIP KAYIPLARI GÖRMEZDEN GELMEK

Şiirin toplumsal konuşma trafiğinden çekilmesi, mektubun bireysel iletişim mecrası olarak kenara itilmesinden kopuk değildir. Arkasında benzer teknolojik ve toplumsal nedenler vardır. Ancak mektubun kaybı da tekstle mekstle kapatılamayacak ağır bir kayıptır. Hayatın heyecanı, estetiği ve derinliği açısından yoksullaşmadır. Renkli kağıtlara yazılmış, esans kokulu, belirli bir şekilde katlanmış, hamişlerle dolu mektup çağını kaçırmış olanlara yalnızca geçmiş olsun diyebilirim.

Artık bir daha geri gelmeyecek yerlere ve şeylere duyulan buruk özlemleri en iyi Galce bir sözcük anlatırmış: Hiraeth! Kaybolan yalnız bir iletişim biçimi değil, bir yaşam tarzıdır. Su ne oldu, inek içti, inek ne oldu, dağa kaçtı, dağ ne oldu, yandı bitti kül oldu hikayesi…

Mektup basit bir ileti ya da nottan ibaret değildi. Edebi bir türdür. Kafka’nın, Puşkin’in, Halikarnas Balıkçısı’nın mektuplarını kitaplardan ve tabletlerden edebi metinler olarak okuyoruz.

İletişim tarihinin müthiş keşifler kadar hiraethlerle dolu olduğunu hep unuturuz. Çok geç oluncaya kadar.

Marshall McLuhan 50 yıl önce uyarmıştı: “Medya analizi yaparken şu soruyu mutlaka sorun: Yeni iletişim teknolojisi ne ekliyor, neyi battal ediyor?”

Yani dikkat et, bir şeyler kazanırken bir şeyler de kaybediyorsun. Biz hep kazandıklarımıza yoğunlaşma eğilimindeyiz.

Daha sonra, değineceğimiz gibi, şu son yıllarda bıraktığımız gazete de bir istisna değildir. Online bağlantıyla bir şeyler kazanırken, gazetesiz kalmaktan bir şeyler kaybetmişizdir.

Aslında Kanadalı düşünür bu soruyu sorarken sandığımız kadar özgün değildi:

Platon ta M.Ö. 370 yılında Phaedrus adlı diyaloglarında yazının işlevleri konusundaki şüphelerini açıklarken “Yazı yüzünden belleğimizi kullanmayacağız, bu unutkanlığa yol açar!” dememiş miydi? Belleğin battal olmasından korkuyordu.

Dezenformasyonun bu kadar yaygın olduğu şu günlerde doğrunun battal olmasından kaygılanmaktayız. Hakikatten öte köy var mı?

İLETİŞİM GELENEKLERİ KOLAY YIKILMIYOR

İletişim, en bireysel görünüşünde bile, aslen toplumsal bir olaydır. Dilimiz, dinimiz, töremiz, coğrafyamız, sınıfımız çoğu şeyi nasıl söyleyeceğimizi belirler. Günümüzde epey hızlanmış olsa da, uygarlık dönüşümü gibi büyük ölçekli kültürel (iletişim) değişimi zaman alır. Bunu en iyi bilecek toplumlardan birisi biziz. Tartışma gündemimizi bazen 100 yıllık konular işgal ediyor. Onları bir türlü geride bırakamıyoruz.

Yenildiğini düşündüğümüz kimileri hala ardçı savaşları vermekteler.

Amerikan ve Fransız esprilerinin hala farklı olması biraz bundandır. Gazetecilik ve kitle iletişimi alanlarındaki beklenti ve alışkanlıklar -gelenekler- bunlar arasındadır. Dünyanın en pespaye bulvar gazetelerinin “elitist” İngiltere’de çıkması boşuna değildir. Ama başka hiçbir Batı ülkesi İngiltere’nin BBC’si kadar saygın bir kamu yayın kuruluşu kuramamıştır. Soruşturmacı gazeteciliğin Avrupa yerine Amerika’da boy atması da böyle bir fenomendir. Marquise de Sade’nın ülkesinin basını, Fransız Cumhurbaşkanı Mitterand’ın evlilik dışı kızı olduğunu ömrü billah yazamadı. Püriten ahlakı kutsayan Amerikan basını, Başkan Clinton’un pantolonundaki Monica Lewinsky’nin lekesini hiç tereddütsüz yazdı.

Niçin böyle oldu? Yüksek Lisans tezim için danışmanımın benden niceliksel içerik analizi istemesi bundan kopuk değildir! Somut kanıt önemlidir.

Az önce, Amerikan sosyal bilimlerinin olguların gözlemlenmesine, ölçülmesine ve sayılmasına dayanan ampirik (görgül) yaklaşımı tercih ettiğini söyledim. Bu tercih hiç şüphesiz yalnızca sosyal bilimleri değil, başka birçok şeyi, bu arada gazeteciliği de etkiliyordu. Kanı, sanı yok, abartma yok, yalnızca gördüğünü, belgeleyebildiğini yazacaksın.

Başka etkenler bir yana, Amerikan usulü objektif haberciliğin arkasında kökleri elbette Avrupa’da bulunan Pozitivizm’e uzanıyor, ama Amerikan halkının yalın ve pragmatik hayat tarzına da uygun düşüyordu. “Ey muhabir, git, gör, sözü fazla uzatmadan ‘olduğu gibi’ yaz! Bizde ise “muharrir”lerin ve “edip”lerin çoğu Divan şiirinden ve süslü püslü bir edebiyat geçmişinden geldiği için gazete üslubumuz da karmaşıktı.

GİDİP SORACAKSIN!

Müfredat noksanım olduğu için almak zorunda kaldığım Muhabirlik dersini veren hocamız Mr. Holsinger, (Dikkat edin Mr., Dr. değil, yani alaylı) filmlerden bildiğimiz “just the facts” “ olguları ver yeter” geleneğini öğretmeye özel bir önem veriyordu. Gelgelelim, her hafta en az bir adet “gee whiz!” “Bak sen şu işe!” dedirtecek bir haber yapmamızı da istiyordu. Biz itiraz ettik. Mısır tarlalarının ortasında, 25 bini öğrenci, 5 bini hoca, 35 bin nüfuslu bir orta Amerikan kasabasında böyle “vay canına” dedirtecek insanları nereden bulacaktık?

“Ararsanız bulursunuz,” dedi. Pencereye gitti, caddenin karşı tarafında “hot dog” (sosisli sandviç) satan yaşlı adamı gösterdi.

“Şu adamın üç yıl bir Nazi toplama kampında kaldığını biliyor musunuz?” diye sordu.

Heyecanla pencerelere koştuk! “Vay canına! Nereden biliyorsunuz?” dedik.

“Bilmiyorum,” yanıtını verdi. “Ama belki de öyledir! Siz gidip soracaksınız!”

Yani gazeteci de sosyal bilimci de uydurmaz, hayal gücüne başvurmaz, gider sorar, doğrular, kaynak göstererek yazar. Çünkü öncelikli olan olgulardır. Sorgulanmış doğrular… Doğrulanmış olgular…

Benim açımdan ilginç bir bağlantı: Bundan neredeyse 40 yıl önce sanırım 1986’da Eskişehir’de, Anadolu Üniversitesi’nin bir salonunda o zaman Araştırmacı Gazetecilik denen muhabirlik türü üzerine bir panele katılmıştım. Konuşmacılardan birisi bu alanın en büyük ismi diyebileceğimiz Uğur Mumcu’ydu. O sıralar gerçekten çok çapraşık ve çok cesaret isteyen konulara eğilen Uğur sonradan neredeyse atasözü haline gelen ilkesini oradaki konuşmasında da tekrar etmişti.

“(Olgular hakkında) bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz!”

En azından, gazeteci iseniz olunmaz. Hele araştırmacı ya da soruşturmacı gazeteci iseniz hiç olunamaz. İnsanların canını yakarsınız!

Söz açılmışken şunu söyleyeyim: “soruşturmacı gazetecilik” deyimi meslek jargonuna benim katkımdır. (Meraklıları Kim Korkar Soruşturmacı Gazeteciden, Say Yayınları, 2012) kitabımı okuyabilirler.) Editörü olduğum Arena programında kullanılmasını istediğim ve Uğur Dündar’ın benimsediği sözcüktür.

Bugün bile kimilerince yadırgansa da, kavramsal açıdan ileriye doğru bir adımı temsil eder. Şunu unutmayalım: Kuramsal ya da teorik çalışmanın asal görevlerinden birisi yeni kavramlar üretmektir. Genel kavramla başlayıp, ona kendi içinde daha özel ve özgül terimlerle odaklaşır, yeni şeyler görmeye başlarsınız. Rüzgâr demekle yetinmeyip, onu poyraz ve lodos gibi alt terimlerle ayırırsınız. Sonra karayel, meltem, imbat vb. gelir. Bilim dili böyle oluşur. Kelime dağarcığınız ne kadar genişse, anlama ve anlatma kapasiteniz de o kadar geniştir. Salt imgelerle karmaşık şeyleri anlayamaz, anlatamazsınız. Görsel ağırlıklı günümüz kültürünün bir kusuru da budur.

Evet Abidin, bazı şeylerin resmini yapmak zordur! Sözcükler gereklidir.

1990’larda ‘araştırmacı gazeteciyiz’ yerine ‘soruşturmacı gazeteciyiz’ dediğimizde dendi ki, ne gereği var, her gazeteci araştırma yapar. Doğrudur. En azından yapması gerekir. Ama bazı gazeteciler güç odaklarının bilinmesini istemedikleri konularda araştırma yapıp, derinleşirler. Uğur Mumcu işte bu yüzden soruşturmacı gazetecidir. Salt araştırmacının ötesinde, Amerikalıların ‘investigative reporter’ dedikleri türden gizli kapaklı işleri sorgulayarak çalışan bir soruşturmacı habercidir.

Bu, bir mesleki tercih ve uzmanlık dalıdır. Uğur Mumcu bu tercihinin ve üstün çabasının bedelini canıyla ödemiştir.

Gazetecilik ciddi bir iştir!

Uğur Mumcu ile aynı yazgıyı paylaşan Abdi İpekçi’nin çağdaş Türk gazeteciliğinin kurucu figürleri olarak karşımıza çıkması bundandır. Gazeteciliği ciddiye almışlardır. Ondan sonra gelen bazıları bu geleneği reddetmiş, kendi mesleğini küçümsemiştir. Ve onların yüzünden, meslek küçümsenecek durumlara düşmüştür.

BRAVO BİZE! ARTIK TÜRKÇE İLETİŞİM TARTIŞMASI YAPABİLİYORUZ

Bu arada sosyal bilimler ve iletişim alanlarına katkıda bulunan ve Türkçenin yabancı dillere muhtaç olmadan bilimsel tartışma yapılabilen bir dil olması için çaba gösterenlere de teşekkür borçluyuz. Bilişim ve iletişim konularında, her üç sözcükte bir İngilizce ya da Fransızca terim kullanmadan bilimsel tartışma yapabilmemizi, bu konuyu ta 1960’larda ciddiye alan Aydın Köksal gibi insanlara borçluyuz. Veri, bilişim, donanım, bellek, yazılım, art besleme gibi terimler kullanıyorsak “kompüter” değil “bilgisayar” yerleştiyse, onların yüzü suyu hürmetinedir.

Bu arada, 1968’de Amerika’ya doktora yapmaya gittiğimde dilimizde henüz “iletişim” sözcüğünün bulunmadığını söyledim. “Muhaberat” da diyebilirdik ama “haberleşme” diyorduk. “İletişim” sözcüğü, ihtiyaç halinde, dil uydurukçuluğunun ne kadar yararlı olabileceğinin harika bir örneğidir. İçinde ileti yani mesaj var, iki yanlılık ya da karşılıklılık var. Bunlara dilbilgisinde “işteş fiil” deniyor, en az iki özne gerektiriyor. Paylaşmak, sözleşmek, öpüşmek gibi… On parmağında on marifet dilimizin marifetlerinden biridir.

Batı dillerinde kullanılan Latince communicare kaynaklı sözcüklerde “communis” yani paylaşmak var. “İletişim” tam kavrama uygun sözcük. Cuk oturmuş! Böyle nice örnekler bulunabilir.

Şimdi yapay zekânın gelişiyle birilerinin yeniden kollarını sıvaması gerekiyor. Son seçimlerde “deepfake” diye bir sözcük çıktı örneğin, sahte görüntü ve seslerle insanları karalamak için kullanılan tekniklere “okkalı yanıltma” diyebileceğimiz bir uydurma terim. Birinin başı, bir başkasının vücudu, bir üçüncünün sesi… Seks sahnesi. İğrenç. Buna ne diyeceğiz? “Deepfake” değil herhalde. Ben “kandırmaca”yı önerdim. Tutar mı? Eğer iletişim camiası (öyle bir camia varsa tabii) tutar…

Evet, öyle bir camia olmak zorunda. Akademisyenlerle pratisyenleri bir araya getiren, dertleşmelerini, ortak projeler üretmelerini sağlayan bir ağ örgüt. Güncel mesleki konularda ve özellikle sağlıklı iletişimin olmazsa olmazı ifade özgürlüğü konularında. Neden olmasın? Örneğin dezenformasyonun önlenmesinde akademisyenlerin de pratisyenlerin de çıkarı var. Tamam bir yasa lazım. Ancak bu yasa eleştiri yapan gazetecileri hapse atmak için kurulmuş bir tuzak olmak zorunda mı? Bir açıklama ve doğrulama kurumu da olabilir, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın kurduğu gibi.

Fakat, böyle bir kuruluş dezenformasyoncu diye ifşa ettiği insan ve kurumlar arasında siyasal nedenlerle selektif olabilir mi? Olursa kendisi dezenformasyon yapmış olmaz mı? Mesleğin şöhretini ve inanılırlığını ilgilendiren bu gibi konularda tüm iletişim “camiası” birlikte hareket etse fena mı olur?

BRECHT: DURUMA BİR DE DIŞARDAN BAKALIM!

İletişim ya da onun taşıdığı enformasyon son 50 yıl içinde günlük hayatın ve ekonominin dokusuna iyice nüfuz etti. “Hasbelkader” bu alanda ilk doktora yapan ben oldum. Şimdi kaç iletişim okulu var? Kaç fakülte var? Kaçında doktora programı var? Kaç öğrenci var? Gittikçe büyüyen bir sektörle karşı karşıyayız. Enformasyon üretimi, işlenmesi ve değiş tokuşu en önemli insani etkinlik halini aldı. Ben doktoraya başladığımda, iletişim akademik hiyerarşide üçüncül bir alandı, retorik okullarından koparak mesleki eğitim olarak kendi müfredatını kurmaya çalışıyordu.

Bugün iletişim ana alan oldu. Merkeze oturdu. Artık herkesin ama herkesin iletişim okuması gerekiyor, çünkü herkes haberci, gazeteci, editör. Herkes iletişimci. Mesajın nasıl etkili olacağı herkesi ilgilendiriyor. İletişim etiği konuları, trafik ve görgü kuralları gibi herkese lazım. Medya okuryazarlığı bilgisi yeterli değil. Belli ki üniversiteye, hatta liseye, hatta hatta ilkokula giden herkesin hem mesaj ya da içerik üretici, hem de tüketicisi olarak iletişimi görmesi gerekiyor. Artık yan dal olarak değil, gövde olarak. İnsanlığın geleceğinden söz ediyoruz: Birazdan sözünü edeceğim Homo super communicatus nasıl eğitilmeli? Ne gibi becerilere ve etik duyarlıklara sahip olmalı?

İletişimin değerlendirilmesindeki yanlışların ve gecikmelerin faturası çok ağır olabiliyor. Bence Sovyetler Birliği’nin çökmesinin temel nedenlerinden birisi iletişim teknolojisine ve alt yapısına esas itibariyle bir “üst yapı” meselesi olarak bakmakta ısrar etmesiydi. Klasik Marksist analize göre belirleyici olan üretim altyapısı idi, o değişince iletişim dahil tüm üst yapı kurumları değişiyordu. Bu kuşkusuz sanayi toplumu için doğruydu. Ama enformasyonun üretimi ve dolaşımının çok değer kazandığı sanayi-sonrası evrede onlar artık ekonomik alt yapının, üretim tabanının bir parçası olmuştu. Enformasyon üretmek, işlemek ve dağıtmak başlı başına bir üretim alanı haline gelmişti. Ekonominin ana girdisi, malzemesi, ham maddesi enformasyondu artık. O alana salt ideolojik yansıma olarak bakmak ekonomiyi frenliyor, kapitalizmle sosyalizm arasında kapanması gereken mesafe tersine artıyordu.

Sovyetler Birliğini yönetenler maddi üretimi bir fetiş haline getirdikleri için büyük dönüşümü kaçırmışlardı. İsteyenler bunu matbaanın Türkçe kullanımının 250 yıl gecikmesine benzetebilirler. Matbaanın bulunmaması köhne eğitim düzeninin sürmesine yardımcı oldu. Bu sırada matbaalı Avrupa’da neler oluyordu?

Bu türden kopuşları kavrayabilmek için kendi durumumuza dışardan nesnel gözlerle bakabilmeliyiz. Toplumsal bilimlerin temel yararlarından birisi bize böyle bir uzaklaşmanın becerilerini vermesidir. İçinden koşturmakta olduğumuz labirente tepeden bakabilme becerisi bunlardan birisidir. Şimdinin daima bir geleceğe hamile olduğunu unutamayız. Bu açıdan sanatın ve edebiyatın sezgisine de saygı duymamız ve onları gözden kaçırmamız gerekir.

Brecht’in epik oyunlarında kullandığı yabancılaştırma efekti bunun örneklerinden biridir. Ne demek istiyordu Brecht: Durun arkadaşlar, bu gördüklerinize kendinizi fazla kaptırmayın. Aslında işin içinde iş var! Ben aslında onu görmenizi istiyorum!

Gene öyle. İşin içinde iş var. Nedir o iş?

Ben, belki de mizacım gereği, hep böyle eleştirel bir mesafe bırakmaya özen gösterdim. Hazır çözümler sunan platformlara girmedim, reflekslerle tepki göstermedim. Gazeteci olarak da bilim insanı olarak da kendimi aktivist olarak gördüğüm, yani gerektiğinde sokaklara çıktığım tek alan düşünce ve ifade özgürlüğü oldu. Çünkü yaptığım işe saygı duyuyordum ve onun saygı duyulan bir iş olarak kalması, özgürlük içinde yapılmasını şart koşuyordu. Bir hekim için ameliyat yaptığı yerin temiz olması işini iyi yapması için ne kadar gerekliyse, halka doğruları dosdoğru söylemek ya da olguları dürüstlükle gözlemekle yükümlü bizler için de özgürlük o kadar gereklidir. Yoksa, yalanın ve yalancıların ajanları ve uzantıları haline dönüşürüz.

Türkiye’nin bu konuda ciddi sorunları olduğunu biliyoruz. Bu alanda tarihsel sicilimiz hiç parlak değil. Doğruları bilmenin, açık açık söylemenin, parrhesia’nın niçin toplumun bütünü için iyi olacağı konusunda halkı ikna edebilmiş değiliz. Yeni teknolojiler sayesinde bir yandan doğruları öğrenme olanağımız genişlerken bir yandan da doğruları söyleyenlere karşı linç grupları kurmanın da kolaylaştığını görüyoruz.

Biz doğrulardan ve özgürlükten yana olmak zorundayız!

Sıradan insanlar olmadığımızı, tarihsel bir misyonun günümüzdeki temsilcileri olduğumuzu unutamayız. Çocuklarımız ve torunlarımız olmasa da, Tarih bize soracaktır: O zaman ne yaptın?

“HAYIR!” DEMESİNİ BİLECEKSİN!

Son birkaç yıldır hayatıma dışardan bakıp anılarımı yazmaya çalışıyorum. Böyle yapınca daha önce anlayamadığım birçok şeyi daha iyi anlıyorum. Tuğlalar yerli yerine oturuyor. Makasın değişme noktalarını, alınmış keskin virajları daha iyi görebiliyorum. Kahramanlar ve hainler galerimdeki portrelerin yerini değiştirebiliyorum. Genel olarak yalnızca kendi hayatımı değil, hayatı daha iyi anladığımı söyleyebilirim. İnsan türüne güvenim azalırken her şeye rağmen “insan” kalmış istisnalara hayranlığım artıyor.

Geriye bakarken şunu açıkça gördüm: Hayatımda aldığım en önemli kararlar “Hayır!” dediklerim imiş. Yani yapmayı seçtiklerim değil, yapmamaya karar verdiklerim hayatımı belirlemiş: İyi ki iki çocuklu ve işsiz iken o çok paralı işe hayır demişim; iyi ki o üniversiteye hayır demişim; iyi ki kitabınızı çıkartalım diyen o yayınevine hayır demişim, iyi ki o davete hayır demişim, iyi ki o ödüle hayır demişim, iyi ki o makama hayır demişim…

İyi ki, idari iş tekliflerine hayır demişim. İyi ki, Bülent Bey ile Rahşan Hanım, partilerine katılmamı istemek için evimize kadar geldiklerinde hayır demişim.

Sürekli olarak pozitif olma reklamı yapılan bu yapay çağ için belki ters görünebilir ama, hayat tek kutuplu değildir. Pozitifin anlamı olması için negatiflerin de olması gerekir. Negatif kutbun yok olduğu bir hayat yoktur, bir aldatmacadan ibarettir. Totaliterler bunu çok denediler.

Kanımca, çok daha donanımlı olsalar da eninde sonunda dijital totaliterler de yenilirler.

Üç cilt olarak çıkacak olan anılarımda hayır dediğim kararları ayrıntılı olarak anlatıyorum. Ancak fonda Türkiye ve dünyanın son 50 yıllık iletişim panoraması var. Türkiye ve dünya bazı şeylere hayır diyememiş ve o yüzden çok ağır bedeller ödemiş! (İlk kitap: Babıali’ye Son Mektup, Biz Kitap, Şubat 2024)

“KOMPLE” İLETİŞİMCİ OLMAK ZORUNDAYIZ

Evet, kısaca oraya dönelim. Indiana’da kalmıştık. (1968-74 arası) Türkiye’ye döndükten sonra kendimi televizyonun ve gazeteciliğin heyecanına kaptırdım. Babıali’ye Son Tren’de ayrıntılı olarak anlattığım gibi, binbir badireden sonra mecburen Amerika’da akademik kariyere döndüm. Cleveland State Üniversitesi’ndeki dört yıldan sonra Amerika’nın başkentinin varoşlarındaki Maryland üniversitesinde tenure, yani ömür boyu iş güvencesi verdiler. Ama benim hayallerimin ana sahnesi burasıydı. Tenure menure takmadan dünyanın en iyi gazetecilik okullarından birini bırakıp, Nokta dergisini çıkartmak üzere İstanbul’a geri geldim. Yıllar sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde doçent, profesör ve emeritus emekli oldum. Hayatım boyunca hep, hayatın beni kesin tercih yapmamı zorlayacağını düşündüm, ya hiçbir medya kuruluşu bana iş vermeyecekti, ya da hiçbir üniversite bana kapılarını açmayacaktı. Tam öyle olmadı, ikisi de beni bırakmadı, ben de ikisini de bırak(a)madım.

Zaten artık dijital çağda bu türden kesin tercihler yapmanız gerekmiyor. Eskiden gazetecilik öğrenimi yapmak bir dizi beceri edinmek demekti, steno, daktilo, mizanpaj, fotoğraf… Radyo ve televizyon gibi diğer dallar neredeyse farklı mesleklerdi. Dijital teknoloji meslekler arasındaki duvarları yıktığı gibi, iletişim binasının iç duvarlarını da –bazı kolonları da keserek – yer ile yeksan etti. Dijital olanaklar bize hemen her şeyi farklı mekân ve zaman dilimlerinden “yapma” fırsatını veriyor. Bir internet portalinde tüm maharetlere ihtiyaç var. Bütün kütüphaneler, bütün filmler, bütün programlar parmaklarımızın ucunda. Ders vermek ya da almak için ayrı odalarda, sınıflarda olmanız gerekmiyor. Yani, iyimser bir bakışla, dijital teknoloji sayesinde eski katı ayrımların geçerliğini kaybettiği yeni Rönesans insanının doğabileceği ortamlarda yaşadığımızı söyleyebiliriz.

İki ayağını, başını, süratini kullanabilen oyunculara “komple futbolcu” diyorlar ya; hepimiz komple iletişimciler olmak zorundayız!

Bir Türk olarak ilk kitle iletişimi doktorasını aldıktan 50 yıl sonra buradayım. Şanslıyım. Binlerce öğrencim oldu. Türkçe ve İngilizce 35 kitap, binlerce yazı, yüzlerce televizyon programı ve haberi üretme fırsatını buldum. Şu anda hiçbir medya kuruluşuna bağlı değilim, ama bir bloğum var: haluksahin.net. Bu gibi konulara zaman zaman değiniyorum. Bu konuşmanın tam metnini de oraya koyacağım.

Geçmiş geçmiş, gelecek gelecek, ancak geçmiş ile gelecek birbirinden o kadar kopuk değil. Hele geleceğin gelme hızının bu kadar yükseldiği bir zaman kesiminde hiç değil. Bu yüzden bloğumun özdeyişinde şöyle demiştim:

“Dün bitmedi, ama yarın çoktan başladı; bugün günlerden ne?” (haluksahin.net)

Yani geçmiş ve gelecekten söz ederken donmuş değil, oynaşan devingen olgulardan söz ediyoruz.

Aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen iletişim dünyamızı belirleyen iki büyük tarihsel olgunun bulunduğunu biliyoruz: Matbaanın Türkçe’de kullanımının gecikmesi ve alfabe devrimi. İkisinin de tartışması devam ediyor.

Matbaa tartışması 20 yıl kadar önce bayağı parlamıştı. Bazıları 250 yıllık bu gecikmenin arkasında dinsel bağnazlığın değil, ekonomik çıkar çatışmalarının bulunduğunu öne sürüyorlardı. İndirgemeciliğe gerek yok: Birinin olması ötekinin olmadığı anlamına gelmez. Ne olursa olsun gecikmenin faturası çok ağır oldu, bunu yalnızca eğitsel anlamda değil, McLuhan’ın üzerinde durduğu zihinsel beceriler anlamında da söylüyorum. Kanadalı düşünüre göre, üç beş kuşak sindire sindire okuryazar olmamış bir toplumun sanayileşmesi, bireyselleşmesi, rasyonelleşmesi zordur…

Bana makul gelmiştir, olabilir. Ancak, kimin aklına gelirdi, matbaaların kapandığı günlerdeyiz: kâğıt üzerine baskı makinesiyle mesajların basıldığı yarım binyıllık sürenin sona eriyor. Mürekkep kokusunu özleyeceğiz.

Alfabe devrimine gelince, o büyük bir başarıdır. Ufak kusurları olsa da iş gören fonetik bir alfabemiz var; okuyup yazmak eskisinden daha kolay. Türk’ün Türk’e propagandasını yapmıyorum, sınır komşularımızda tam yedi ayrı alfabe var. Onlarla karşılaştırın: Bizim alfabemiz en kolay ve en fonetiğidir. Tersini söyleyenler, kalın kafalı “reaksiyoner”ler yani gericilerdir; daha kötü olanı, ideolojik nedenlerle savunanlardır.

Ben iletişimde meramını daha iyi anlatmaktan ve kolaylaştırmaktan yanayım.

KARAVANADAN KAFETERYAYA, AÇLIKTAN MİDE FESADINA

Son 50 yılın en temel dönüşümünü kıtlık döneminden, bolluk dönemine geçiş olarak özetleyebiliriz.

1980’lerden sonra doğmuş olanlar birincisini bilmezler. Ben ikisini de yaşadım. Tabii birinciden ikinciye geçişin sancılarını da…

Bunları 2000’lerin başında çıkan Karavana’dan Kafeteryaya (Dünya Kitapları, 2004) adlı kitapta anlattım. İletişimde kuru fasulye, bulgur pilavı ve hoşaftan oluşan asker karavanasından çeşit çeşit seçeneklerin bulunduğu kafeteryaya geçmiştik. Bir çeşit mide fesadı olarak tanımlanabilecek hastalıklar, sindirim güçlüğünü andıran “aşırı enformasyon yüklemesi” ya da İngilizce adıyla “information overload” gibi rahatsızlıklar gelişmiş ülkelerden sonra bizde de başlıyordu.

Bu süreç müzmin sıskalıktan obeziteye geçişe benzetilebilecek rahatsızlıklar da yarattı. Ama Türkiye’nin görece hızla yol attığını, bir bakıma Turgut Özal’ın deyişiyle “çağ atladığını” kabul etmeliyiz.

Hatırlatayım:

1950lerde ve 60’larda, hatta 70’lerde, UNESCO tarafından belirlenmiş ölçütlere göre, Türkiye tipik bir azgelişmiş ülkeydi.

1974 yılının Nisan ayında Türkiye’nin ilk doktoralı iletişimcisi olarak ülkenin başkentine geldiğimde, 1968’de Ankara’da başlamış olan siyah beyaz televizyon yayınlarının hafta 5 gün, günde 5-6 saat olduğunu görüyorum. Ve yayınlar ülkenin büyük bir bölümünde seyredilemiyor.

Ankara ve İstanbul’dan yapılan radyo yayınlarının alınamadığı bölgeler çok. Uzun dalga Ankara radyosu ve Orta Dalga İstanbul Radyosu.

Basının merkezi olan İstanbul’da çıkan gazeteler ülkenin önemli bir bölümüne gününde ulaşamıyor. Şehirlerarası yolculuklarda çocukların “Gazata gazata!” diye bağırarak otobüsün ve trenin ardından koştuğunu görüyorsunuz. Kimisi kâğıt, kimisi haber peşinde.

Enformasyonu taşıyan sinyallerin bir noktadan ötekine gitmesi çok zor. Telgraf yeterli olmuyor. Büyük kentlerde bile telefon ve hele teleks almak için yıllarca beklemek zorundasınız.

Ben 1974’te Amerika’nın görece bolluğundan Türkiye’nin ciddi kıtlığına geldim. (Türkiye’de televizyonun gelişmesi konusunda “Ideology of Television: Theoretical framework and a case study, Media, Culture and Society, 1979,1)

İlk sorun onun nasıl aşılacağı idi. Türkiye’nin hızla yol alan iletişim çağına katılabilmesi için yeni kanallar, yollar, linkler, frekanslar, stüdyolar, vericiler, alıcılar lazımdı.

İronik bir yöntem denendi: Havadan ışık hızıyla yol alan enformasyon, kasetler halinde tren ve otobüslerle fiziken yeni istasyonlara gönderiliyordu. Buna “paket yayın” denmekteydi.

Oysa biz “çağdaş uygarlık düzeyi”ne çıkmayı hedef saymış bir kuşağın çocuklarıydı. Hava, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sinyallerle dolmalıydı.

Buradaki “hava” İngilizce airwaves denen elektronik frekanslar tabii ki. Burada o frekanslar boştu.

Bu boşluk 1970 ile 1990 yılları arasında dünyaya paralel olarak bizde de hızla dolmaya başladı. Uzay iletişim uyduları, FM bantları, telsiz telefon bağlantıları derken iletim ve iletişim kapasitesi arttı, boşluklar doldu.

Bilgisayarların bir iletişim aracı haline dönüşmesiyle yeni bir sıçrama yaşandı. (Bu sıçramayı Basın Konseyi tarafından 1991 yılında basılan Yeni İletişim Ortamı, Demokrasi ve Basın Özgürlüğü adlı araştırma kitabımda anlattım)

Ama sadece hava mı? Tüketim toplumu ve çok partili demokrasinin buyrukları uyarınca yer gök, dağ taş dere tepe, yamaçlar yazılı ve resimli mesajlarla dolmaya başladı. Dünya küresel bir panoya dönüşmüştü. Her yer mesaj alanıydı. Herkes orada görünmek istiyordu. Türkiye dahil. (“Global Media and Cultural Identity in Turkey,” Journal of Communication, V. 43, 2, 1993, Asu Aksoy ile)

Derken internet çıkageldi. Web 2.0, sosyal medya ve nihayet yapay zekâ derken günümüze gelmiş oluyoruz.

Havanın tıka basa sinyallerle dolması insanlık tarihinde çok ciddi bir dönüm noktasıdır. Bunun ne kadar büyük bir değişim olduğunu beş on yıl sonra daha iyi anlayacağız. Enformasyonun bollaşması tüm ilişkileri değiştirdi. Ekonomiyi, siyaseti, toplumsal düzeni… Her şey ona göre yeniden hizaya girdi ya da girmekte…

Bundan en fazla etkilenen ama aynı zamanda karınca onunla ilgili kararlarda payı olan ya da olması gereken biz iletişimcileriz.

HOMO SÜPER COMMUNICATUS’UN GÖZ YAŞLARI

Parantezi, daha sonra bir kez daha dönmek üzere kapatabiliriz. Hava sinyallerle doldu sözüne döneceğim ve “Acaba ilk kez mi?” diyeceğim.

Şimdilik teknoloji cephesiyle yetinelim. Teknoloji ile diğer toplumsal öğeler arasında diyalektik ilişkiler olduğunu hatırlatayım. Marshall McLuhan’ın dediği gibi; “Önce biz kullandığımız aletleri yaparız, sonra da onlar bizi!”

İlkel bir köye giren ilk tırpanının köydeki ilişkileri nasıl değiştirdiğini ünlü antropologlar anlatmışlardır. 15. Yüzyıl’dan sonra iletişim teknolojilerinde büyük gelişmeler oldu. Matbaa bunlardan biriydi. “Matbaa Aydınlanma’nın çocuğu mudur, yoksa babası mı?” sorusunu burada sormayacağım. Bunlar karışık ve karşılıklı ilişkilerdir. Ya kapitalizmin yükselmesi ve giderek emperyalist aşamaya ulaşması? Telgraf emperyalizm yayılıp üzerinde güneş batmayan imparatorluklar kurulduğu için mi icat oldu, yoksa bütün bunlar telgraf icat olduğu için mi gerçekleşti? Yumurta tavuk hikayesi… Benzer büyük soruları internet ve yapay zekâ için de sorabiliriz. Bence Yapay Zeka’yı Homo Süper Communicatus’un gözyaşlarını azaltmak için bu kadar hızlı geliştirip pazarladılar. Hiç şüphesiz tüm bu sıçramalar karışık ve karşılıklı ivmelerin sonuçlarıdır.

“İhtiyaç icadın anasıdır?” derler ki doğrudur. Peki, icat kimlere analık eder? Yeni ihtiyaçlar doğurur mu? Doğurtturulur mu?

Bence iletişim teknolojileri arasında en önemli icat telgraftır. Telgrafla birlikte iletişim ve ulaştırma birbirinden ayrıldı. Daha önce, en hızlı haber en hızlı giden ulaştırma aracı kadar hızlıydı. Telgraf, iletişimi ışık hızına çıkardı. Telgrafla zaman-mekan zincirleri kırıldı.

Hepimiz telgrafın çocuklarıyız!

Telgrafla başlayan “big bang” devam ediyor. Telsiz, telsiz telefon, radyo, televizyon, bilgisayar, internet, sosyal medya, yapay zekâ… Bazen sonuç bazen de neden olarak pratik yaşam dörtnala değişiyor. Bilimsel sıçramaları, “Aydınlanma”yı, Fransız İhtilali’ni, sanayileşmeyi, kapitalizmi, emperyalizmi ve bilgilenmiş toplumu ön koşul sayan klasik demokrasiyi, bu 500 yıllık paket içinde sayabiliriz. Bu büyük patlama bütün dünyayı en küçük hücresine kadar ele geçirmeden duracağa benzemiyor. Kapitalist sermayenin akışkanlıktan vazgeçmesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu. En son aşamasında enformasyona dönüşüp önüne çıkan engelleri aşa aşa tüm yerküreyi kendi oyun alanı haline getiriyor.

Çünkü hava sinyallerle tıka basa dolu, çünkü iletişim açısından eskiden yapamadığı, yapamayacağı, düşünülen “Homo sapiens”, Süpermen’i bile geride bırakıyor. Süpermen değil o, günün her saniyesinde dünyanın neresinde olursa olsun başkalarıyla bağlantı kurma ve mesaj gönderme yetisine sahip. Bu süreç içinde biyolojik ve türsel anlamda değilse bile işlevsel anlamda kendisini aşıyor ve Homo super communicatus’a dönüşüyor.

Elinde akıllı telefon bulunan herkes bir Homo super communicatus’tur. İletişim yetileriyle “Homo sapiens”i aşmış, Süpermen’i geride bırakmıştır.

Bu süreç son 30 yılda çok hızlanmış, neredeyse yetişilemez düzeye ulaşmıştır.

1991 yılının yazında Maryland Üniversitesi’nde İletişim Kuramı dersinde öğrencilerime “Arkadaşlar, bir gün gelecek, herkesin bir telefon numarası olacak, onu dünyanın neresinde olursak olalım arayabileceğiz” dediğimde öğrencilerimin bana “Bu Hoca da iyi uçuyor!” dercesine baktıklarını hatırlıyorum.

Üç yıl sonra benim böyle bir telefon numaram oldu. Şimdi hepimizin böyle bir telefon numarası var. Hiç şaşırmıyoruz. Hep onunla yaşamış gibi yaşıyoruz. Hatta onsuz nasıl yaşarım diye kaygılanıyoruz.

Müthiş bir atılım Homo süper communicatus olmak! Hayatımız ona “bağlı”, her iki anlamda da bağlı, ona bağımlı ve fişe sokulmuş gibi bağlı. Günde 24 saat tasma takılmış gibi bağlı. Bağlantılı.

KÖPEK BALIĞI İŞTAHLI BALİNA

Ancak, çağımızın en büyük çatışkısı ya da paradoksu da orada karşımıza çıkıyor. Akıllı telefonla donanmış Homo super communicatus’un enformasyon gönderme ve alma yetisi çok yüksek, ama enformasyon alıp işleme yetisi yetersiz.

Huninin ağzı geniş, boynu ince. İpince!

İsteyen fıtrat der, isteyen teknoloji evrimden daha hızlı ilerledi der, nörologlar insanın tüm teknolojik gelişmelere rağmen bilişsel işleme açısından çok sınırlı kaldığını ısrarla vurguluyorlar.

Tolstoy’un 1200 sayfalık Harp ve Sulh’unu dünyanın öbür ucuna saniyelerde gönderiyor, ama okuyup anlaması için günler gerekiyor. Tıpkı 50 yıl önce olduğu gibi.

Ben bu paradoksu, iletişim çağı insanını köpek balığı iştahlı bir balinaya benzeterek anlatıyorum. Ağzı büyük, dişleri keskin, ama gırtlağı daracık. Nerede insan yutmak, bir voleybol topu zor geçer diyorlar. Ona ulaşan gıdalar ya çarpıp geri dönüyor, ya orasına burasına takılıyor, ya da gırtlakta itişip kakışıyor.

Düşünün, sıradan insanların bile başından aşağıya her gün kimbilir kaç Harp ve Sulh boca ediliyor. Onu, beşikten mezara, sürekli eğlendirmek lazım. Dünya büyük sorunlarla boğuşmakta.

Ve Homo süper communicatus serseme dönmüş, sosyal medyada kedi köpek yavrusu videoları seyrediyor.

Önca gürültü arasında kafası şişiyor, salaklaşıyor. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde böyle bu.

Sık sık, “insanlar çıldırmış olmalı” demekten kendimizi alamıyoruz!

Çıldırmış ve elinde kendisini yok edebileceği nükleer silah var. Onu satranç masasında yenen Yapay Zekâ var.

Sessizlikte düşünmek zorundayız: Ne olacak bu işin sonu?

Sessizlikte, yani çılgın gürültüden uzakta…

Düşünmeli, tarışmalıyız!

NE BU GÜRÜLTÜ?

“Gürültü” dedik.

Tüm alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da temel kavramlara zaman zaman dönüp bakmakta yarar vardır. Dünya fırdolayı dönerken acaba o kavram hala orada mı? Anlamı aynı mı? Yoksa içi boşaldı mı?

Türkiye’nin uygarlık deneyiminin Batı’dan farklılığını sık sık vurgulayan romancı Kemal Tahir, her şeyin sürekli değişmekte olduğu bir ülkede insanların her sabah kapı numaralarına bile yeniden bakmalarını tavsiye edip, “Bakarsınız geceleyin değiştirmişlerdir!” derken neyi kastediyordu?

Kitle iletişim kuramında da böyle. Ben Amerika’da ve Türkiye’de uzun yıllar iletişim kuramı dersleri verdim. Bu dersi alanlar bilirler, önce, gerekirse ta Aristoteles’e kadar gidilip iletişim modelleriyle başlanır, iletişim sürecine yer alan öğeler orada tanıtılır.

En çok anılan modellerden birisi Matematiksel İletişim Modeli diye de bilinen Shannon and Weaver modelidir. 1940’larda bir telefon mühendisi tarafından geliştirilmiş, çok etkili olmuş, çok da eleştirilmiştir. Modeli Aristotelesvari modellerin ötesine götüren “feedback” ve “noise, yani “geribesleme” ve “gürültü” öğelerini bu modele borçluyuz.

Feedback’in ya da geribeslemenin amacı tek yönlü mesaj akışını yansıtan modele, bir geri dönüş, iki yanlılık, etkileşim oku eklemekti. Bu ok “Enformasyon Teorisi’nin ya da sibernetiğin kapılarını açtı.

“Noise“ ya da gürültü ise sinyalin alıcıya ulaşmasını engelleyen, zorlaştıran ya da bozan her şey olabilirdi. Teknik, dilsel, semantik, çevresel engeller… “Alo, Adana çık aradan! Duyamıyorum!” dedirten etmenler. İletişimin gerçekleşebilmesi için gürültü yok edilmeli, en aza indirilmeliydi. Yani, gönderilen mesaj ile alınan mesaj arasındaki uygunluk ya da sadakat (fidelity) başarının ölçüsüydü.

Hi-fi kısaltmasının “high fidelity”den türetildiğini söylemeye bilmem gerek var mı? Gençliğimizde para bastırıp aldığımız uzun çalar plaklardan en “aslına sadık” sesi alabilmek için HI-FI seti sahibi olmak isterdik!

Bu seslerin, günün her saniyesinde bize ulaşmasını sağlayacak Wi Fi diye bir sinyal gönderim sistemi olabileceği aklımızdan geçmezdi.

Bolluk döneminin amansız enformasyon sellerini, Niagara gibi yüksek bir çağlayana dört bir yandan bağlanan ırmaklara benzetebiliriz. Yaşayanlar bilirler, bu türden sesler, desibelleri ne kadar yüksek olursa olsun zamanla algılanmaz hale gelir. Sesinizi yanınızdakine duyurmak için bağırmak zorunda kalırsınız. Bazen o da yetmez, etrafınız var gücüyle bağırdığını gördüğünüz insanlarla doluşur. Herkes bağırmaktadır. Kimse bir şey anlamaz, çünkü sözcükleri ayırt edemez, bir gürültüdür gider…

Artık orası gürültü ile kaplanmıştır. Ya da parazitle doludur. Hatta her şey parazittir. En önemli iletiler bile. Bütün iletiler eşitlenmiştir. İşte bu eşitlerin içinden sıyrılıp sesini duyurmak en büyük iletişim marifeti haline gelmiştir.

Eskiden, Soğuk Savaş sırasında, radyolarda parazit sorunu vardı. Çeşit çeşit sinyal bozucu yayını anlaşılmaz hale getiriyordu… Düdük, odun kesme sesi, cızırtı, patırtı, şu bu. Koyarsın aynı frekansa bir başka ses. Yayın anlaşılmaz hale gelir.

Şimdi “aşırı ileti” yüklenmesi nedeniyle aynı şey oldu. Algılanamayan her mesaj gürültü haline geldi.

Bilgi Çağı, İletişim Çağı, Enformasyon Çağı diye yola çıktık, geldik Gürültü Çağı’na!

DOĞRULAR VE YALANLAR EŞİTLENİNCE

Artık iletişimin yokluğu değil, çokluğu sorun. Diyelim bir ileti kırıntısı gürültüden sıyrılıp alıcıya ulaştı, acaba anlaşılabilecek mi, demokrasilerin istediği anlamda “bilgi”ye dönüşecek mi? Alıcının onu değerlendirecek vakti, üzerinde tartışacak muhatabı var mı? Yoksa kazana dönmüş kafalar için bütün girdiler çöp mü? Demokrasinin vazgeçilmez vitamini sayılan doğru bilginin ve Hakikat’ın yerini besini çıkarılmış küspe mi aldı.

“Ha o ha bu, ne fark eder?” diyenler var. Çok şey fark eder!

Tüm dünyaya egemen olan neoliberal kapitalist zihniyet ile dijital teknoloji arasındaki ilişkilere odaklanan ve bence hepimizin okuması gereken Kore kökenli Alman filozof Byung-Chul Han şöyle diyor:

“İçinde bulunduğumuz enformasyon kaosu bizi hakikat-sonrası bir topluma fırlatıyor. Orada doğru ile yanlış arasında bir fark yoktur.”

Yani orası dopdolu görünse de, tam bir boşluktur ve el yordamıyla ilerlemek için bile bir tutamak yoktur.

Burada “post-truth” ya da “hakikat-sonrası toplum” tartışmalarına girmiyorum. Aslında iletişimciler ama özellikle gazeteciler için çok ürkütücü bir ortam söz konusu. Yorgun düşmüş, şaşkın kafalar için doğrunun bir değeri kalmamışsa, o insanlar zaten laf kalabalığında bu doğrunun nereden geleceğini bilemiyorsa, en müthiş olguları keşfedip bomba bir haber yayınlasanız ne yazar! Yazdıklarınızın, söylediklerinizin o karmaşada, kargaşa ya da kuru gürültüde kaybolup gitmesi büyük olasılıktır.

Doğruluk meşalesi Nâmık Kemal yanıldı. 150 yıl önce Hürriyet kasidesinde gerçeklerden söz ederken “yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” demişti. Şimdi yere düşmüş cevherin kullanılmayan enformasyondan oluşan çöp yığınları arasında gözden kaçması büyük olasılık.

Oktay Akbal, Yalnızlık Bana Yasak adını vermişti bir hikâye kitabına. Bu yeni gürültülü ve tıka basa dolu iletişim ortamında yalnızlık herkese yasak!

Ve buyurun yaman bir çatışkı ya da paradoksa:

İnsanın yalnızlığa her zamankinden çok ihtiyacı var. Üzerine üzerine gelen ve hatta toz gibi yağan enformasyon yığınlarıyla başa çıkabilmesi ve hatta nefes alabilmesi için var. Yoksa fıttırması işten değil. Fıttırıyor da!

Byung-Chul Han’a göre günümüzde depresyonun nezle kadar yaygın olmasının bir nedeni de budur. Öbür nedeni ise, bu sistemin, sömürmek için “başarıya takmış” bireyleri yanıltması, onları olanaksız bir pozitiflik cenderesine sokmuş olmasıdır. Her şeyin mümkün göründüğü – ve elbette öyle olmadığı –bir dünya depresyon çukurlarıyla doludur.

Post-modern insan, ne kadar avutulursa avutulsun doymayacaktır, çünkü sistem onu doyumsuzluğa koşullandırmaktadır.

Evet, iletişim öznesi olarak süpermeni geride bırakan Homo super communicatus, nefes alabilmek için yalnızlığa muhtaçtır. Yalnızlık bize şarttır!

“THE NOISE IS THE MESSAGE”

Ezcümle:

Kitle iletişimi döneminin gurusu McLuhan benim doktora çalışmalarıma başladığım 1960’larda “The medium is the message” demişti. “İletişim mecrası mesajın ta kendisidir.” Ne dediğiniz değil, nereden söylediğiniz önemlidir. Şimdi de “The noise is the message” demek zorundayız. Asıl mesaj hiç durmayan bu gürültüdür, parazittir. Ne söylediğiniz önemli değildir, çünkü gürültü onu da bastıracak, bütün sesler harmanlanacak, mesajınız duyulmayacaktır.

Peki, o zaman bizler, iletişimciler, o çok lastikli terimle “içerik üreticileri”, yarının “içerik üreticilerini” yetiştiren bizler neyiz? O karmaşanın ortasında söyledikleri duyulmayan, duyulsa da hiçbir kıymeti harbiyesi olamayan bizler ne diyeceğiz kendimize?

Şamatörler mi? Parazitörler mi? Curcunatörler mi? Goygoycular mı?

Ne kadar ciddi bir kimlik bunalımıyla karşı karşıya olduğumuzu görebiliyor musunuz? 50 yıl önce iletişim doktoramı aldığımda ne yapacağımız konusunda o kadar emindik ki: Kitleler kendilerinden saklanan gerçekleri bilmek istiyorlardı. Biz işte onu sağlamak için bu meslekteydik. Halkın gerçekleri öğrenme hakkının neferleriydik. Hayatı anlamlı kılan özel bir misyonumuz vardı! Ve o, bazen, hayattan da önemliydi.

PEKİ, ASLINDA NE KADAR ETKİLİYİZ?

Bize en çok sorulan soru bu. Ancak verdiğimiz yanıtlar sıfır ile sonsuz arasında değişiyor:

“Medya müthiş etkili!”

“Yok ya, medya bir balon, hiçbir etkisi yok!”

Etki elbette önemlidir, her iletişim girişiminin arkasında etki yaratma, hatta bazen değiştirme amacı vardır.

Peki, nedir bu amaç?

Retorikçiler bu amacı, hedef kitleyi ya da bireyi “ikna etmek” olarak tanımlamışlardı. Bir konuda fikrini değiştirmek, inandırmak da diyebiliriz.

Kandırmak da diyebilir miyiz? Bu, baştan beri yaptığımız etik göndermelerinin ve sona koyduğumuz Ek’in konusudur. (“Truth as the Main Axis of Communication Ethics”)

Kitle toplumu, kitle gazeteleri ve radyodan sonra iletişim araçlarının etkililiğine olan inanç çok yükselmişti. Kimilerine göre, kitleleri ikna etmek artık çok kolaydı çünkü onlara ulaşmak kolaylaşmıştı. Artık kaçamıyorlardı. Kentlere yığılmışlardı. Geleneksel zırhları parçalanmıştı. Mesaj, bir kurşun gibi gidip hedefi vurabiliyordu. Faşizmin yükselişi de bunun bir örneğiydi.

Ama zamanla, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan araştırmalar kazın ayağının pek de öyle olmadığını ortaya koydu. Sıkılan kurşunun önünde hala çeşitli toplumsal ve bilişsel zırhlar vardı. Tanıtım ve reklam kampanyaları bunun için çoğu kez hedefe ulaşamıyordu.

Araştırmalar araştırmaları izledi: 1960’lara geldiğimizde özellikle ABD’de medyanın etkililiğine inanç çok azalmıştı. O kadar ki, çok ünlü bir iletişim hocası (Bernard Berelson) 1959’da artık “Bu türden araştırmaya paydos!” denmesi gerektiğini savundu.

“Her şeye kadir”in yerini, “Başarı pek nadir” almıştı!

İşte o zaman “etki” kavramı sorgulanmaya başladı. Bir kampanya perakende mal satışı ya da oy alma konusunda istendiği kadar başarılı olmayabilirdi; ama bu, medya mesajlarının aslında topluma çok daha önemli şeyler öğrettiği olgusunu değiştirmezdi: Örneğin, dünyanın nasıl bir yer olduğunu, toplumsal rollerin nasıl dağıtıldığını, hayat hedeflerinin neler olması gerektiğini…
Bu gibi uzun dönemli ideolojik etkiler aslında hepsinden önemliydi. Çünkü insanlar onlara göre oy veriyor, alışveriş yapıyor, meslek seçiyorlardı.

20. Yüzyılı bu anlayışın egemenliğinde tamamladık. Derken sosyal medya çıkageldi! Ve tabii, enformasyon tufanı, Homo super communicatus ve küresel kafa karışıklığı… Artık iknadan çok kandırma söz konusuydu; hatiplerden çok troller, “kamuoyu önderleri”nden çok sosyal medya “influencer”ları görev başındaydı.

Bu yeni etki kaynaklarının kişiliklerine ve söylediklerine bakmak bile iletişim aleminin kimi ellerde ne kadar pespaye bir yer haline geldiğini göstermeye yeter: Uydurma uzmanlık alanları, cehalet, yanlış bilgiler, ürün sokuşturmaları, etik kaygılardan uzaklık, vurgun tuzakları, zevksizlik… Amaç, yeni medyanın olanaklarıyla bir çeşit şöhret olup ondan nemalanmak; insanları kendi yaşam tarzlarına ya da görünüşlerine özendirmek, gerekirse araya ideolojik ve siyasal mesajlar katmaktı.

Bu yeni kesim iletişim ile anti-iletişim arasına konuşlandı! Hangisine ait olduğunu kestirmek zordu. Ve bu zamanımızın gürültü ortamına uygundu!

HABER YASAKLAMA VE GAZETECİ TUTUKLAMA GELENEĞİMİZ

Acaba dilimizde “yasa” ve “yasak” sözcükleri arasındaki yakınlık bir kültürel bağıntıyı mı ima ediyor? Yani, yasalar öncelikle yasak koymak için mi var?

Buna karşılık Aydınlanma’yı yaşamış toplumlarda yasalar daha çok devletin yasak koyma alanını sınırlamak için mi yapıldı?

Türkiye’de aydınlara, ülkedeki en önemli iletişim sorununu sorunuz: Basına sansürü ve yasakları gösterecektir. Gerçekten bu açıdan performansımızın ve kültürel arka planımızın çok umut verici olduğu söylenemez. “Asker millet”iz, emir alır, emre uyarız. “Teslim”e ve imana dayanan İslam’da farklı düşünenlere ilişkin zengin bir kelime dağarcığımız vardır: Kafir, münafık, mürai, fitneci, müfsit, mürted; bunlardan bazılarının cezası ölümdür!

Dinin kaynağında tam böyle olmasa bile, çoğu kez, bizim buralarda egemen inanca eleştirel yaklaşım kınanmış, cezalandırılmıştır. Şeriatın egemen olduğu ülkelerde halen cezalandırılmaktadır.

19. Yüzyıl’dan sonra Türkiye’de Aydınlanma’nın görüşleri etkili olmaya balayınca “özgürlük” yanlıları ile “müminler” arasındaki düşünsel çekişme, çoğu kez “cahil” ve “kafir” kategorileriyle açıklanan yeni yasakların kaynağı olmuştur…

Türkiye’nin uzun bir süredir dünyada en fazla gazeteci hapseden ülke olma utancını yaşaması, farklı düşünceye şüpheyle bakan sosyo-kültürel kökenlerle bağlantılıdır. Ülkeyi yönetenlerde “cahil” ya da “kandırılmış” halkı “zararlı düşünceler”den koruma refleksi güçlüdür. Bu türden görüşlere tartışılabilecek iddialar olarak değil, öldürücü mikroplar olarak bakılagelmiştir.

Çocukluğumda bakkallarda satılan bir kibrit kutusu türü yasaklanmıştı. Çünkü üzerinde, tersten bakıldığında Stalin’i andıran bir figür görülüyordu. Ne olur ne olmaz, cahil insanlar o resme bakarken Komünizm mikrobunu kapabilirlerdi. Ülkeyi yönetenler o kutuyu yasaklayarak ülkeyi Komünizm’e karşı korumuş oluyorlardı.

Günümüzde de bu türden “arkaik” takıntıların zaman zaman hortladığını görebiliyoruz. Devlet eski yasakçı rolünden vazgeçmemek için, saçmalamak dahil her şeyi yapıyor. Ancak, bu çağda asıl tehlike o komik yasaklar değil, kafaları şişiren gürültü ve anti-iletişim furyasında özgürlük ve inanç kavramlarının içlerinin boşalması ve anlamsızlaşmasıdır.

Bir çeşit Ortaçağ’laşma olarak da gördüğümüz Dijital Çağ, eski Ortaçağ’larla oyuncak gibi oynuyor. Onları da büyük gürültünün malzemesi haline getiriyor. Hepsini eşitliyor. Doğru ile yanlış bir olunca, ikisi birbirini götürüyor, yasaklamaya bile gerek kalmıyor.

KARA KUTUNUN İÇİNDE NELER OLUYOR?

Özetleyelim:

Gönderilen enformasyonun çağımızda Homo süper communicatus’a ulaşmakta karşılaştığı engellerin başında “gürültü” geliyor. Aslında ona “kuru gürültü de diyebiliriz. Ancak tek sorun o değil. Kara kutunun, yani beynin içinde de sorunlar var.

İsterseniz bunu göndericiden alıcıya giden Bay Bayt’n serüveni olarak izleyelim. “Bayt” derken yalnızca sekiz bitten oluşan sinyal biriminden söz etmiyorum; onu, en küçük bir gönderi biriminin simgesi olarak kullanıyorum.

Evet, en büyük çelişkiyi hatırlayalım: Yeni iletişim araçları sayesinde insanın mesaj gönderme yetisi kısa zamanda hiç beklenmedik ölçüde arttı. Homo sapiens iki yüzyıl içindeki elektronik ve özellikle son 50 yıldaki büyük dijital devrimlerle Homo süper communicatus’a dönüştü.

Ancak evrim, devrimin gerisinde kaldı. İnsanın gönderme kapasitesi geometrik olarak katlanırken mesaj işleme kapasitesi aşağı yukarı aynı kaldı. Kocaman gövdenin ağzı, balinanın boğazı kadar. Olsa olsa bir voleybol topu kadar açılıyor!

Her topun içeriye, girmesine de izin yok! Oraya kimin girip kimin giremeyeceğini ve başına neler geleceğini belirleyen melekler ya da zebaniler var.

İlkin, Retorikçilerin de ısrarla söyleddiği gibi, gönderenin kim olduğu çok önemli. Tanınan, güvenilen, inanılan biri mi? Yoksa alıcı tarafından güvenilmeyen “öteki”lerden biri mi?

“Öteki”lerden geliyorsa at çöplüğe. “Bizimkilerden” ise koy başının üstüne! Rasyonel değil, duygusal bir seçim bu.

Çok hızlı bir seçim yapılıyor orada, herkes sınıflandırılıyor, içeri alınanlar belirli odalara gönderiliyor. Başkalarının yanına konuyor. Bazı odalar tıka basa dolu, bazıları bomboş…

Sosyal Psikolojinin başta gelen konularından “algının seçimselliği”nden söz ediyorum. Enformasyonu fark etme, içeri kabul etme, yerleştirme, kalış süresi vesaire de seçimlik.
İçerdeki yerleştirme verilecek “anlam”ı belirliyor.

Bay Baytın farklı kara kutularda farklı anlamlar alması bundan. Aynı bayt yüzünden birisi ak derken bir başkasının kara demesi bundan. Aynı haberin seyirci tarafından anlaşılamaması, farklı anlaşılması, hatırlanıp hatırlanamaması bundan…. Ne kadar izleyici varsa, o kadar anlam olması bundan…

Tanınmış iletişim araştırmacıları bunu ta 1940’larda şaşkınlık içinde keşfetmişlerdi. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, gelen mesajlar bazı kanıları beklendiği yönde değiştirmiyordu. Kara kutudaki buluşmanın sonucu genellikle değiştirme değil, pekiştirmeydi. Var olan rafları daha da doldurmak, safları sıklaştırmaktı.

Bu liberal kuramcıları şaşırttı ama, Marksist kökenden gelenler için o kadar şaşırtıcı olmamalıydı. Marx, kapitalist düzende medya mülkiyetinin de kapitalistlerin elinde olacağını ve bunun medya içeriğini belirleyeceğini çok net ve açık biçimde ifade etmişti. Parayı veren “nihai tahlilde” düdüğü çalıyordu. Altyapı-üst yapı ilişkisinin ideolojik sonucu başka türlü olamazdı.

Yani, değişim konusunda değneğin iki ucu da sorunluydu:

Kitle iletişim araçlarının kapital sahiplerinin elinde bulunması yetmiyormuş gibi, mesaj alıcıları onları önceden yerleştirilmiş kutulara koyuyorlardı. “Yanlış bilinci” yalnızca enformasyon yüklemesi yaparak kırmak bu yüzden zordu. Örgütlenme, dayanışma ve mücadele gerektiriyordu. (İdeoloji ve iletişim ilişkisi için şuı makaleme bakabilirsiniz: (“The Concept of Ideology and Mass Communication Reseaarch”, The Journal of Communication Inquiry, 1980, Vol 6, Issue 1)

1980’li yıllarda Amerika’dayken televizyon haberlerinin farklı insanlar tarafından nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığına ilişkin birçok araştırma yaptık. Bunlar uzun uzun tartışıldı, televizyon habercilerine sunuldu, hala makalelerde ve kitaplarda duruyor. O günden bu yana medyanın yapısı değişti. Televizyon artık ana haber kaynağı değil. Ama yeni mecralarda algılanma süreci çok farklı değil. Dahası artık Bay baytlar tanınmış ve en azından bir miktar güvenilen televizyon kurumlarından değil, ne idüğü belirsiz sosyal medya kaynaklarından geliyor. İnsanlar dünyada ne olup bittiğini daha da az anlıyorlar.

(Adımı taşıyan birçok makale ve kitaba konu olmuş araştırmalar için şu makaleye bakmanızı öneririm: “From the boob tube to the black box: Television news comprehension from an information processing perspective” Journal of Brodcasting, Vol. 27, 1983, Gill Woodall ve Dennis K. Davis ile.)

ÖYLEYSE NE YAPACAĞIZ?

Evet, görünüm pek parlak değil. Ama yaşadığımız dünyadan da memnun değiliz. Öyleyse ne yapacağız?

İlk yanıt: Önce gürültünün dışına çıkıp, yaptığımız işe dışardan bakacak, üzerinde dürüstçe düşüneceğiz?

Soracağız: Biz ne işe yarıyoruz?

Gürültünün ve anti-iletişimin egemen olduğu bir ortam için fazla romantik görünebilecek bir şey söyleyeceğim:

Doğruları dosdoğru söyleyeceğiz. Doğruları dosdoğru söylemesini öğreteceğiz. Bunu mümkün kılacak bir özgürlük ortamını sonuna kadar savunacağız.

Kutsal kitaplardan birisi “önce söz vardı” diye başlıyor. Söz, yani doğru söz. Önce yalan vardı demiyor. İletişimin antropolojik çıkış noktasında da doğruların söylenmesi vardır diyebiliriz. Tehlikelerin, ihtiyaçların dile getirilmesi… Çünkü o düzeyde sözün yalan ya da doğru olması ölüm kalım meselesidir.

Biz iletişimin çıkış kavramı olan “söz”den yana olmak zorundayız.

Sözü savunacağız. En azından, doğruların dosdoğru söylenmesine karşı saf tutmuş anti-iletişim cephesine katılmayacağız. Kandırmacılığa hayır diyeceğiz. Onların robotlarına botlarına program yazmayacağız. Bile bile yalan söylemeyeceğiz. İletişimi, çıkış amacının, yani “söz”ün tam tersine çevirmeye çalışanlara yardakçılık, yalakalık, uşaklık yapmayacağız.

“Söz”ün buradaki karşıtı “sessizlik” değil, yalandır.

‘Dosdoğru’yu açayım. Bu iddialı deyiş, her konuda tek doğru olduğunu ima etmiyor, tam tersine kendi doğrumuz olduğunu, dürüstçe inandığımız, mesleki becerilerimize ters düşmeyen öz doğruyu kastediyor. Doğrumuzu kastediyor. İçimizdeki sesle yaptığımız tartışmada üstün çıkanı kastediyor.

Saptırmadan, eğip bükmeden, lafı dolaştırmadan, mümkün olduğunca açık, net ve etkili!

Yalanlara, yalancılara çanak tutmamak. Doğruları söylemek! Parrhesia!

GAİPTEN GELEN HABERLER

Başka türden yalanların egemen olduğu Orta Çağ’dan o kadar uzakta olmadığımızı, sık sık kapımızı çaldığını unutmayacağız!

İletişimciler ve genel olarak insanlık daha önce de bir kez daha böyle bir noktaya gelmiş, “büyük yalan”la “doğal doğru” arasında tercih yapmak zorunda kalmıştı. Egemen iletişim anlayışını reddedip, doğruların peşine düşmüştü. Yalanları, uydurmaları, sayıklamaları, hurafeleri tasfiye edip, doğruları üste çıkarmıştı.

Konuşmamın başlangıcında, ülkemizde “hava”nın, demokrasinin ve teknolojinin gelişmesiyle nasıl sinyallerle dolduğunu anlatmıştım.

Ancak, bir şeyi söylemeyi ertelemiştim: Bu ilk kez olmuyordu. Daha önce de hava sinyallerle doluydu. Ne havası, yer gök, tepeler, ağaçlar, kuşlar ve bulutlar sinyallerle doluydu. İnsanlar o mecralar üzerinden haberleşiyordu. Ama birbirleriyle değil, gaiple haberleşiyordu. İnsanlık gaiple, yani bilinmeyenle, tanrılarla, meleklerle, evliyalarla, şeytanlarla gece gündüz iletişim halindeydi. Tıpkı, gerçek ya da hayali birileriyle günde 24 saat süreyle teknoloji sayesinde bağlantılı kalıp ne olduğunu ya da olacağını öğrenmeye çalışan 21. Yüzyıl insanları gibi.

Ben iletişimin “kıtlık” dönemine yetiştiğim gibi, gaiple yoğun ilişki döneminin kalıntılarına da tanık oldum. Bursa’da yanlarında büyüdüğüm fazla öğrenimli olmayan kadınların gözleri ve kulakları onlardan gelen sinyallerdeydi. Hiç yaprak kımıldamıyorsa, bu deprem işaretiydi, baykuş üç defa öttüyse bu mahalleden cenaze çıkacağının işaretiydi…

Gaipten gelen mesajlar bu coğrafyanın mitolojisinin, halk hikayelerinin ve halk inançlarının ve gündelik hayatının öğesiydi. Onun kişileri şimdi medyanın ürettiği “kahramanlardan” daha gerçekti.

Aslında iletişimci gözüyle bakarsak, “gönderici” gaip ile “alıcı” insanlar arasındaki bu iletişim olayını derslerde okuduğumuz ve okuttuğumuz iletişim modellerine rahatlıkla yerleştirebiliriz. Mesaj yüksek yerden gelmektedir, sinyal taşıyıcılar, yani mecralar muhteliftir, kuşlar, salyangozlar, balıklar olabilir. Onlar gaipten gelen mesaji iletmek için belirli kodlar kullanmaktadır. Bu kodları, alıcı bazen doğrudan okuyabilir, bazen dekoder gibi yardımcılara, aracılara ihtiyacı vardır: Kahinler, biliciler, hocalar, rahipler, falcılar, keramet sahipleri gibi…

Onlara saygı duyulur, onlardan korkulur. Bazen de kafir ya da cadı sayılarak yakılır.

Gök gürültüleri, yıldırımlar, seller, kuşların göçleri, her şey bir işaret ya da alamettir. Dünya bu sinyallerle anlam kazanır, inananları için daha anlaşılır hale gelir. Bazıları için gaiple bağlantı süreklidir. Onlar görüp duyduklarını söylerler, kimileri bu mesajlara göre yaşamlarını düzenler. Kurbanlar keser, dualar eder, gelen işaretlere cevap vermeye çalışırlar.

Bunları da, yani alıcıların cevaplarını da, modele geribesleme olarak koyabiliriz.

Büyük çoğunluk için, yanlış da olsa bir şeyler bildiğini sanmak, hiçbir şey bilmemekten iyidir.

Kehanet ve kerametin gücü şuradadır: Bir kez doğru çıkması tümünü inanılır kılar.

Evet insanlık böyle bir dönem yaşadı. Kısmen yaşamaya devam ediyor. Gaiple bağlantısını sürdürenler, evliyalara gidenler, büyü yapanlar, yıldızlara bakarak geleceği kestirmeye çalışanlar hala var.

Yani… Yine o şaşkın ördek: İnsan! Çok ilerlediğimizi sanıyoruz ama o günlerden sanıldığı kadar uzakta değiliz. Homo süper communicatus olsak da sanıldığı kadar da farklı değiliz.

O dönemlerinden de sürekli haber alan Homo süper communicatus’ları, ermişleri vardı.

Diyeceksiniz ki, bu karşılaştırma yanlış, çünkü o dönemin mesaj göndericileri aslında yoktular, hayaliydiler!

Acaba? Ya şimdikiler? Onlar gerçekten var mı? Gerçek mi, robot mu, kiralanmış ses mi, deepfake ya da kandırmaca mı? Kimin adına konuşuyorlar? Söyledikleri doğru mu yalan mı? Hangisine güvenilir hangisine güvenilmez? Eski hurafelerin yanı sıra yeni hurafeler havada uçuşmuyor mu?

Onlara da yeni gaipler gözüyle bakamaz mıyız? Robotlar, botlar, troller, gizli servisler, sahtekarlar, manyaklar…

Üstelik sayıları daha fazla, niyetleri daha bozuk.

Tarihin böyle döngüsel bir yanı var. Ebediyen gittiklerini sandıklarımız zaman zaman başka kılıklar altında geri dönüyorlar! Zamanımıza, ‘Gaiplerin Dönüşü’ de diyebiliriz.

BUNLAR İÇİMDE KALANLAR…

1974 yılında, yani tam 50 yıl önce, ABD’de kitle iletişimi doktoru olup Türkiye’ye döndüğümde Bursa’da anneannemin bana “Yani ne yapacaksın?” diye sorduğunu daha önce anlatmıştım. Hayatım, başlangıçta bana komik görünen bu soruya yanıt arayarak geçti. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, çok şey yapmışım.

Ama yeterli değil.

Pek çok şey yarım kalmış, bitirememişim, bitirmeme izin vermemişler. Örneğin, 1994 yılında Maryland Üniversistesi’nde Yüksek Lisans semineri olarak verdiğim Theory of Speechlesness (Dilsizlik Kuramı) derslerinin notlarını makale haline getirememişim. Her iletişim eyleminin öncelikle bir güç bağıntısı olarak değerlendirmesi gerektiğini savunan bu kuram taslağı, yalnızca uluslararası düzeyde konuşanlar ve konuşamayanlar arasındaki dengesizliği değil, bireylerarası iletişim ilişkilerindeki güç ilanı çabalarının da ifşasını amaçlıyordu. İki kişi bir araya geldiğinde söylenebilecek ve söylenemeyeceklerin birçoğu kendiliğinden ifade edilmiş oluyordu. Öğrencilerimin de isteği üzerine oturup açacak, yazacaktım.

Ama Türkiye’de Arena programında birlikte çalıştığımız Uğur Dündar telefon edip Kanal D’nin Haber Koordinatörü olduğumu “müjdeledi”! Haydiii, haber peşinde koşmak için Türkiye’ye döndüm. Hayatımın sarkacı bir o yana bir bu yana gidiyordu ve ben ikisinden de kopamıyordum. Ne bileyim, belki de böylesi daha iyi oldu. Ayakları yere basmayan bir kuramcı ya da yüzeysel bir gazeteci de olabilirdim.

Büyük şair Robert Frost’un Sapılmayan Yol şiirini bilenler vardır.

Frost:

“Sararmış ormanda yol ikiye ayrıldı
İkisinden de gitmek isterdim ama…”

deyip, daha az sapılmış yolu seçmesinin “her şeyi değiştirdiğini” söyler! Ama iki yol arasındaki tepelerden bir yere gidebileceğinden söz etmez. Benimkisi biraz öyle oldu. İyi mi oldu, kötü mü? Artık fazla dert etmiyorum. Biliyorum ki, mükemmel hayat diye bir şey yoktur, daha iyi olma çabası vardır. İspanyol şairi Antonio Machado’nun söylediği gibi, kendi patikanı yürüyerek açarsın!

Dilsizleşme kuramına gelince… O makale, kesilmiş bir dil gibi zaman zaman içimde kıpırdaşır. Hayatım boyunca onun doğrulandığını gördüm. İnsanların ve kültürlerin dilinin çözülmesi gerçekten kolay olmuyordu. Evrensel iletişimin önündeki en büyük engellerden biriydi bu: Söyleyecek bir şeyi olmamak değil, onu söyleyememek ya da söz sırası alamamak. Çünkü kimin konuşacağına, nasıl konuşması gerektiğine de sürekli konuşanlar karar veriyordu.

Bir zamanlar iletişim alanı daracıktı. Şimdi bir umman, git git bitmiyor. Dallanıp budaklanıyor. Yeni branşlar çıkıyor,bölümlerin adları habire değişiyor. Gazetecilik, Radyo-Televizyon, Basın Yayın, İletişim, İletişim Tasarımı, vb. vb.

Ama iki tepe arasındaki yolculuktan sonra diyorum ki, çoğu kez işin özü çok basittir: Başta Anadolu bilgeleri, iletişim ustaları bu konularda düşünmüşlerdir.

Yunus Emre’nin şu dörtlüğü günümüz iletişim kuramı için de çok anlamlı değil midir?

“Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü cevherdir tuz değil.”

Burada sözünü ettiği “matah”, bugünkü anlamında değil, gerçekten değerli anlamındadır. Sormanın zamanıdır: Tuza mı battık? Biraz olsun cevher bulabildik mi?

TÜRKİYE’DE REFERANS GAZETELERİ NİÇİN YAŞAMAZ?

İletişimci olarak içimde kalmış ikinci “ukte”, Türkiye’de bir “referans gazetesi” çıkartma çabalarımızın başarılı olmamasıdır. Olayları salt önemi açısından değerlendiren, sansasyon ve magazine prim vermeyen, özellikle her ideolojik kesimden karar vericiler tarafından zorunlu günlük okuma ödevi sayılan, belge yayınlayan ve kendisi belge gibi saklanan ciddi bir gazete. Fransa’da Le Monde, Almanya’da Frankfurter Allgemeine, ABD’de The New York Times, İspanya’da El Pais gibi…

İsmail Cem’le TRT’den atıldıktan sonra çıkarttığımız Politika öyle olacaktı. Onlara benzemek amacıyla logosu bile siyahtı. Ama beklenen ilgiyi görmedi. El değiştirdi. Hüzünlü öyküsü anı kitabımdadır.

Erol Simavi’nin oğlu Sedat Simavi’yi gazeteciliğe ısındırmak için çıkarttığı Hürgün Gazetesi öyle olacaktı. Olmadı, 39 gün çıkabildi, kapanış yazısını ben yazdım.

Hasan Cemal’in, Emine Uşaklıgil’le birlikte yaptığı başarısız Cumhuriyet darbesinin bana verilen gerekçesi, Cumhuriyet’i bir referans gazetesine dönüştürmekti. O hevesle onlarla gittim. Yürütemediler. Çekildiler. Ben açıkta kaldım.

15 yıl köşe yazarlığı yaptığım Radikal’de de zaman zaman referans gazetesi olma dileği dile getirildi. Bazı adımlar da atıldı. Ama fazla yol alınamadı.

Türkiye’de olmuyor, olamıyordu. Keşke olabilseydi de, şu tozla dumanın birbirine karıştığı, bin kafadan bin sesin çıktığı günlerde “Durun, şu gazeteye bakalım, aslında ne olmuş?” diyerek başvurabileceğimiz düzgün bir gazetemiz olsaydı…

Bırakın referans gazetesini, günümüzde merkez medyamız bile kalmadı!

MEĞER NELER YAPMIŞIM NELER…

1974 yılında Amerika’dan çiçeği burnunda doktoralı bir akademisyen olarak kariyer yapmak üzere geldim, kendimi televizyon stüdyolarında buldum. Sonra, Politika Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olarak gözlerimi “jungle”a açtım. İlk gazetecilik işimdi. Sonraki yıllarda muhabirlik, sayfa sekreterliği, köşe yazarlığı, başyazarlık, yayın kurulu üyeliği, yazı işleri müdürlüğü dahil her şeyi yaptım. Dizi yazılar yazdım, sayfalar yönettim, yurtiçinde ve dışında haber kovaladım. Ödüller aldım, ödül jürilerinde üyelik yaptım. Basın Konseyi Genel Sekreterliği, Basın Konseyi Yüksek Kurul Üyeliği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Etik Kurulu Başkanlığı, İletişim Araştırmaları Derneği ve Türkiye Dış Basın Derneği Başkanlığı, IPI Türkiye Komitesi üyeliği yaptım.

1968 yılında Indiana Üniversitesi’nde başladığım Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarının ardından Cleveland State ve Maryland üniversitelerinde asistan ve doçent oldum, dört yılda “tenure” aldım. İstanbul Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde dersler verdim. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Profesör oldum, 2015’te “emeritus” ünvanıyla emekli oldum. Halen orada ofisim var, yılda bir ders veriyorum. Dünyanın en önemli akademik iletişim konferanslarında bildiri sundum, dergilerinde yazılarım çıktı, iletişim konulu çok sayıda Türkçe kitabımın yanı sıra İngilizce kitaplarım var…

Bu arada iletişimin en damıtık hali olarak gördüğüm şiirden kopmadım. Çanakkale’de Homeros Ödülü’ne (2018) , Çin’de de İpek Yolu Ödülü’ne (2023) layık gördüler. Gazetecilik ve televizyon haberciliği ödüllerini saymıyorum…

Mutlaka bir şeyler atlamışımdır…

Bunları şunun için söylüyorum: Doktoradan sonraki 50 yılım iletişimle dolu dolu geçti. Hem pratik hem de teorik olarak işin ucunu bırakmadım. Kendimi en çok, hem ders veren hem de ameliyat yapan tıp hocalarına benzetirim. Hem hasta keserim hem de ahkam! İletişim alanına dışardan bakıp değerlendirmeler yapmak yerine, onu içerden değiştirmeye çaba gösterdim. “Acaba öğrencilerimin ve meslektaşlarımın daha iyi iletişimciler (gazeteciler) olmalarına nasıl katkıda bulunabilirim?” sorusu hep aklımdaydı. Yalnızca eleştirmen değil, aynı zamanda öğretmendim.

Türk gazeteciliğinin tipodan ofsete, Cağaloğlu’ndan İkitelli’ye geçişini içinden yaşadım. Türk televizyonun siyah beyazdan renkliye, sorumlu kamu yayıncılığından reyting hormonlu özel televizyona geçişi sırasında oradaydım. Uğur Dündar’la birlikte yaptığımı Arena programlarını aldığı reytingi bugün milli maçlar bile hayal edemezler. Sıkı yönetim çıkarttığım dergiyi kapattı. Ceza mahkemelerinde yargılandım, İslamcı iktidar yanlısı Avrupa forumlarında Türk basınının özgürlüğünü savundum, Babıali’nin etkisiz hale getirilmesi sürecinde, 2011 yılında, FETÖ’cüler tarafından Radikal gazetesinden atıldım.

Bu arada şunu itiraf edeyim: Ben en çok dergileri sevdim! Çocukluğumdan kalma bir sevgiydi bu. O yıllarda Karınca, Arkadaş, Çocuk Haftası, Doğan Kardeş dergileri sabırsızlıkla beklerdik. Önce bol yazılıydılar, sonra çizgi romanlar baskınlaştı. Ama bunlar o kuşağın okumayı sevmesinde çok önemli bir rol oynadı. 1980’li yıllarda Nokta ve Tempo dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptım. Nokta kendisini “haftalık haber dergisi” olarak tanımlıyordu, Tempo ise haftalık haber magazin dergisi olarak ayakta kalmaya çalışıyordu. Hayat, her şeyin “hikaye edildiği” öyküye dönüştüğü bir süreç olarak anlatıldığında anlam kazanır. Kopuk kopuk olayları bir romanın bölümleri gibi bir bağlam içinde sunmak gazetelerden çok haber dergilerinin işiydi. Günübirlik değil, güncel olmak zorundaydınız. Günümüzde ne yazık ki bu türden dergicilik de bunalımda, hatta öldü; olgular bir kır ateşinden kopmuş kıvılcımlar gibi havada uçuşuyor. Bazıları yangınlara yol açıyor. Ama artık kimse onların anlamını bulmak için haber dergilerini aramıyor. Yeni dönemin büyük kayıplarından biri de bu!

Geriye dönüp baktığımda, gene, en büyük başarımın bir şey yapmak değil, yapmamak olduğunu düşünüyorum: Onca yıl, binlerce yazı, yüzlerce televizyon programı, 35 kitap, onlarca mülakatta tek bir kez bile, bilerek yalan söylemedim. Verdiğim bazı olgular ya da tahminler yanlış çıkmış olabilir. Ama kasıtlı yalan, asla! İçimdeki sansürcü kesinlikle izin vermedi. Oysa Babıali’ye geldiğim dönemde “asparagas” soslu yalanlar bazılarınca makbul sayılıyordu. Onların gazetelerinin çok satması bunu yapanların meslekte başarılı olduklarının kanıtıydı. Ben buna ısrarla karşı çıktım. “Ne zararı var, o ilgi çeken birkaç haberin hatırına okumayacakları doğru haberleri de okurlar!” diyorlardı. Ben ise yalan haberin çürük bir meyve gibi seledeki tüm meyveleri çürüteceğini savunuyordum. “Okur hangisi palavra hangisi doğru nasıl fark etsin? Hepsine güvenini yitirir.” diyordum.

Galiba asparagas basında hakikat-sonrası dönemin bir provasıydı.

BABIALİ’DEN SONRA HAYAT VAR MI?

FETÖ’cüler tarafından Babıali’den tam zamanında kovulmuşum. O gün bugün yaptıklarımla gazeteciler için Babıali’nin dışında da hayat olabileceğini göstermeye çalışıyorum. Ölüm öncesi yaptığım saptamaları merak edenlere Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar kitabımı öneririm. 50 yıl süreyle baskıcı siyasal iktidarlara karşı yiğitçe karşı koyan bu çok önemli odağın, Türk basınının, parsel parsel satılarak ya da içerden düşürülerek yok edilişinin öyküsünü yazmaya talibim. Anılarımın ikinci cildi Babıali’nin Yükselişi ve Çöküşü olsun istiyorum.

Babıali gazetelerinde uzun yıllar boyu yöneticilik ve yazarlık yaptım. Teknolojik olarak da kâğıt-artı-mürekkep gazetenin çoktan aşıldığını biliyorum. Bunun önemli kazançları kadar kayıpları da vardır. Dünyanın bu kadar karman çorman görünmesinin bir nedeni de artık elimizde günün programı ya da tarihin ilk müsveddesi diyebileceğimiz bir rehberin olmamasıdır. Artık tüm haberler eşittir ve böyle bir eşitlik en büyük eşitsizliktir. Gazetenin mecra olarak çökmesi kaçınılmazdı, ama yeri doldurulamamıştır. (“Why Do We Miss Newspapers in the Age of Homo Super Communicatus”, Reflektif, March, 2023, Bilgi, Edu., Tr)

Öyle ya da böyle, O defteri kapattım diyebilirim. Ama aynı şeyi TRT için söyleyemem. TRT’nin etkisiz hale getirilişi kalbimde kanayan bir yaradır.

Çünkü, TRT, demokrasi ve habercilik için iyi örnek olabilir, özel medyayı, hatta toplumu hizaya getirebilirdi. Anılarımda anlattığım gibi, İsmail Cem ile 1974 yılı Mayıs’ındaki ilk konuşmamızda TRT’nin ve özellikle televizyonun Türkiye’nin “kültür lokomotifi” olması zorunluluğu üzerinde uzlaşmıştık. Herkesin yalandan, uydurmadan, kandırmadan şikayet ettiği şu günlerde de TRT ülkenin “hakikat lokomotifi” olamaz mıydı? “TRT’den duymadıkça inanma!” ya da “TRT verdi, doğrudur!” türünden cümleleri sık sık duysaydık, Türkiye daha düzgün, daha yaşanası bir ülke olmaz mıydı? Biz gencecik insanlar olarak bunun mücadelesini verdik, temellerini attık, ama “milli ve manevi” değerleri savunduklarını iddia edenler gözümüz gibi baktığımız kurumu taşa tuttular, yıktılar. Onu bir yanıltma lokomotifine dönüştürdüler. Dezenformasyonla mücadele amacıyla kurduklarını iddia ettikleri kurumlar bu yüzden inandırıcı olmuyor, güven vermiyor.

Bu bağlamda, yayıncılık alanına düzen ve etik kaygısı getirmesi amacıyla kurulmasını desteklediğim RTÜK’ün partizan bir sansür kuruluna dönüşmesinin, mutsuzluğuma mutsuzluk kattığını belirtmeliyim. Tarafsız, ilkeli, bilime saygılı bir üst kurul ufak dokunuşlarla ülkenin yaratıcı enerjisini yönlendirebilir, yayıncılığın hem bir kültür lokomotifi hem de bir hakikat buldozeri olmasına katkıda bulunabilirdi. RTÜK’ün kurulma döneminde projeden sorumlu Devlet Bakanı’na, isteği üzerine, ayrı sıfatlarla tam dört rapor sundum. Türkiye’de siyasetçilerin radyo ve televizyonu bir ganimet gibi gördüklerini, DP döneminde yaptıklarının Anayasa’nın ihlali olarak değerlendirildiğini hatırlattım, onların mutlaka yayın kurumlarından uzak tutulmaları gerektiğini vurguladım. Sonuç tam tersi oldu. Her ekran karartma kararında yüzüm kızarıyor.

TÜRK DİZİLERİ NİÇİN TUTTU?

Bu arada hala göğsümü kabartan bazı gelişmelere karınca kararınca katkımdan söz etmezsem kendime haksızlık etmiş olurum; bunlardan birisi Türk televizyon dizilerinin dünyaya yayılması ve beğenerek seyredilmesidir. Türkiye’de ilk düzgün televizyon dizini biz yaptık. Halit Refiğ’in Aşk-ı Memnu’sundan söz ediyorum. Biz derken, yayın danışmanı olduğum TRT Genel Müdürü İsmail Cem’i en başa koymam gerekir. TRT bürokratlarının tüm engellemelerine rağmen Cem Türkiye’nin sinema birikiminden yararlanmamızı istedi. Evet, o sıralarda ülkemizde yılda 300’e yakın film yapılıyordu. Bunların çoğu komik denecek kadar kötü olsa da arada çok iyi olanları da çıkıyordu. Bu ülkenin Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan ve Halit Refiğ gibi ustaları vardı. Bir kültür lokomotifi olmak istiyorsak elbette onlardan yararlanmalıydık. Türkiye’nin tüm kültürel zenginliklerine sahip çıkmalıydık. Ama, Yeşilçam’ın ölçüleriyle değil, evrensel ölçülerle. Hem yaptıklarımızla hem de yapıtlarımızla övünmeliydik. Bunun için önce kendimizi iyi ve doğru tanımalıydık. Bizim altımızda Anadolu’nun çok renkli halıları ve Dersaadet’in yüksek kubbeleri vardı.

Ve dünyanın tüm rüzgarlarına açıktık, açık olmalıydı.

Bu yüzden hem Doğu’luyduk, hem Batı’lı – hem de buralı!

Tek tek beğenelim beğenmeyelim, Türk TV dizilerini ve doküdramalarını; Patagonya’dan Yemen’e, Meksika’dan Moğolistan’a seyrettiren bu sentezci ruhtur. Nerede olurlarsa olsunlar insanlar orada kendilerini, kendi toplumlarını, özlem ve öfkelerini buluyorlar. Bu yeni Türkler görüntülerle hikâye anlatmasını, hilesi hurdası dahil, iyi öğrenmişler. Çünkü arkalarında on binlerce filmlik sinematekleri var. Herkese hitap etmesini biliyorlar, çünkü kendileri biraz herkes. Çünkü tüm dünyanın panayırı, kültürlerin kaynaşma potası İstanbul’u dekor olarak kullanıyorlar. Bu şehr-i İstanbul ki, orada her türlü film çekilebilir: Aşk filmi, casusluk filmi, kahramanlık filmi, ihanet filmi, saray ve debdebe filmi, yoksulluk filmi…

İstanbul dünyadır!

Bizler, modern Türkiye’nin iletişimcileri, sentezle şizofreni arasında gidip geliyoruz. Bu “bipolarite” hem aşırı hamaratlığımızın nedeni hem de miskinliğimizin! Malum, Doğu ile Batı arasındaki sınır çizgisinde yaşamaktayız. İki arada bir derede ve sık sık dere yatağındayız.

Bu ikilem büyük bir olanak, ama aynı zamanda dehşet verici bir tehlike de! Dualarımız Arapça, onları Bizans makamlarıyla musikileştiriyoruz, ama Türkçe düşünüyoruz. Bir yandan Büyük Fransız İhtilali’nin umdeleri. (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) çekiyor bizi, öte yandan İslam’ın akideleri (Biat, Özveri, Cihat)… Bir Batı’ya sürükleniyoruz, bir Doğu’ya. Hepsinden bir şeyler alıyoruz, hepsi bizden bir şeyler almakta. Eğer tüm bunları bir potada kaynaştırıp ortaya “özgün” bir şey çıkartabilirsek harika. Bizden iyisi yoktur. Yok, yapamazsak, ki çoğu kez yapamıyoruz, halimiz haraptır. Sentez ya da şizofreni: Akıbetimiz bunlardır!

Sentezi beceremezsek kötü olur. Dünyanın en güzel ülkesi başka ülkelere kaçmak isteyenlerin tıka basa doldurulduğu lastik botlara döner. Ve maalesef, biraz dönmüştür!

Evet, yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklardan memnunuz. Onları en çok ve en iyi biz kullandığımız ve hayatımızı onlardan kazandığımız için en çok biz memnunuz. Doğrusu ya bu kadarını bu kadar kısa sürede beklemiyorduk.

Ama, dünya allak bullak, kitleler şaşkın, ırkçılık artıyor, faşistler artarda seçim kazanıyor, uyuşturucu kullanımı afet boyutlarında, çevre sorunları kıyamet ölçeğinde ve kimse aldırmıyor… Eski savaşlar devam ediyor, yeni bir dünya savaşı olasılığından söz ediyor. Yeni salgınlardan, vebalardan, kölelikten…

İnternet ve sosyal medya nedeniyle özgürlükler açısından ne kadar heveslenmiştik. Hevesimiz kursağımızda kaldı. Ve orası da ağrıyor.

Her şeyden önce ne olup bittiğini ve dünyanın nereye gittiğini anlamak için kendi mesleklerimize de mesafe koyup düşüneceğiz. Anlamaya çalışacağız. Ne oldu, niçin böyle oldu, nasıl daha iyi olabilir?

Biz kimin amelesiyiz? Kimin hizmetindeyiz? Patronumuz kim? Özünde ne kadar bağımsız ve özerkiz? Nasıl bir dünya olsun diye çalışıyoruz!

En başlarda sözünü ettiğim “Eleştirel Kuram”ın başlıca soruları bunlar değil mi? Biz gençliğimizde, Albert Camus’den öğrendiğimiz üzere, “bilinçli olmak”tan söz etmiyor muyduk hem dünyasal hem de kozmik düzeylerde. Böyle bir bilinçliliğe özel olarak ihtiyaç duyulan zor bir yerden geçmekteyiz!

Yeni medyanın mülkiyet yapısı, yönetim biçimi, etik duyarlıkları nasıl yönlendirilebilir, nasıl değiştirilebilir? Çalıştığımız mesleği bir kaçınılmazlıklar silsilesi olarak göremeyiz!

Ticari, siyasi, ideolojik, akademik yalanların ötesine geçmek ve cesaretle bakmak zorundayız. Doğrulardan şaşmamalı, dosdoğru söyleme becerisini geliştirmeliyiz.

Marx, 150 yıl önce “Filozoflar bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştılar, oysa asıl önemli olan onu değiştirmektir” demişti.

Bugün durum farklı. Birileri bize hiç sormadan dünyayı, kendi çıkarları yönünde hem de arsız bir biçimde sürekli değiştiriyor; bu o kadar hızlı oluyor ki hiçbir şey anlayamıyor ama sonuçlarına katlanıyoruz.

Bugün asıl önemli olan dünyayı ANLAMAK ki ondan sonra dünyayı istediğimiz yönde, değiştirebilelim.

HER İLETİŞİMCİ BİRAZ FİLOZOF OLMAK ZORUNDADIR

Bilim, felsefeden çıkmıştı… Şimdi asıl büyük soruları sormak ve asıl büyük amaçları hatırlamak anlamında, yeniden felsefeye dönmek gerekiyor. Bu, zaten kendiliğinden oluyor. Günümüzde her iletişimcinin biraz filozof olmak zorunda olduğunu apaçık görüyoruz.

Tıpkı her filozofun biraz gazeteci olmak zorunda olması gibi.

Michel Foucault bunu ta 1973 yılında anlamıştı. Bakıno zaman bir mülakatta ne demiş:

“Kendimi gazeteci sayıyorum, çünkü beni ilgilendiren şeyler, yani güncel olaylar, çevremde olan şeyler, dünyada olup bitenler beni ilgilendiriyor. Nietzsche’ye kadar felsefenin varoluş nedeni ebediyetti. İlk gazeteci-filozof Nietzsche’ydi. “Bugün”ü felsefe alanına sokan oydu. Günlük olaylara kafayı takmıştı. Bence, gelecek, bizim yaptığımız bir şey. “Gelecek” bizim olanlara tepkimiz, şu anı ya da konuyu yürürlüğe sokma biçimimiz. Geleceğimize hâkim olmak istiyorsak, bugünle ilgili en temel soruları sormalıyız. İşte bu yüzden bence felsefe bir çeşit radikal gazeteciliktir.“

1973’ten bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Ama bu saptama günümüzde daha da geçerli. Gittikçe hızlı gelen bir geleceğin içindeyiz. Bu “gelecek” iletişim bilimini ilgilendirmekle kalmıyor, onu kapsıyor. Onu kullanıyor.

Hepimiz o geminin yolcularıyız.

Hepimiz, yani gazeteciler başta biz iletişimciler bir çeşit radikal filozof olmak zorundayız. Değilsek, güç sahiplerinin işlerine geldiği gibi çevirdiği bir cıvatadan başka neyiz?

Tarihin çılgın bir döneminde hepimiz bir araya gelmiş, görünmeyen fili tarif etmeye çalışıyoruz. Onu hepimiz farklı bir yerinden tutmuş olabiliriz. Ama zaman zaman ellerimiz birbirine değiyor. Bazen suratımıza tokadı patlatıyor. O görünmeyen, göremediğimiz, bize gösterilmeyen fil, dijital gerçekliğin arkasındaki zihniyettir, hatta “cihanşümul” sistemdir.

Radikal filozoflar, eleştirel kuramcılar, bu arada bu konuya yoğunlaşan Byung-Chul Han onun “neoliberal kapitalizm” olduğunu söylemekte. Ekonomik büyüme adına her alanda sömürüyü maksimize etmeye kararlı, doğanın sınırlılığını görmezden gelen, bencilliği kutsayan, tamahkar, açgözlü, doymak bilemeyen bir sistem. Günümüzün ekonomik koşullarında bireyleri kandırıp tek tek sömürmenin, sanayi toplumunda olduğu gibi sosyal sınıfları sömürmekten çok daha verimli olduğunu keşfetmiş. Çeşitli psikolojik yollarla tüketim sapkını insanları gönüllü köleler haline getirmiş. Hepimiz elimizde akıllı telefonlar “like… like” diyoruz. Han’a göre bunun tespih çekerken amin…amin… Yarabbi şükür demekten farkı yok. Kendi kendimizi sömürmeyi en üst düzeye çıkartmak için çırpınıyor, garip şeyler yiyor, egzersiz salonlarını dolduruyor, özel kurslara katılıyor, yürürken adım sayıyoruz.

Ama sormuyoruz. Niçin?

Ve tabii: Kimin için?

Bunları sorsak başka sorular da soracağız: Telgrafın icadından bu yana etrafa pıtrak gibi yayılan fennin gerçek harikaları bu aletler başka türlü kullanılamaz mı? Örneğin gaddarca büyümek yerine sevecence paylaşmaya yardımcı olabilemezler mi? Hakkımızda toplanan ve bizden gizlenen bilgiler, birilerine tonlarca para kazandırmak yerine toplumsal sorunları anlamak ve çözmek için kullanılamaz mı? Bu amaçlar için ne gibi yeni mülkiyet biçimleri ve yönetim yolları bulunabilir. Aslında bu aletler o zihniyetin başımıza yıktığı büyük ve yaşamsal sorunların çözme potansiyelini de taşımıyor mu?

Evet, Foucault’un dediği gibi geleceğin bizim tarafımızdan inşa edildiğini hatırlamamız, hatırlatmamız ve ona göre örgütlenmemiz gerekiyor.

Örgütlenme konusunda karamsar olanların da (Evet, neo-liberal sistem insanların bir araya gelmelerinden hoşlanmıyor!) bireysel olarak yapacakları şeyler var. Bu işe kalkışanlara bir çeşit hakikat gerillası gözüyle bakabiliriz. Yalan balonlarını teker teker vuran keskin nişancılar! Şahin gözlü, dürüst, düzgün, cesur aydınlar. Yalan bükücüler.

İdeolojik savaş alanı olan sosyal medyadan tamamen çekilmek ham bir hayaldir. Tam tersine orada hakikat kaleleri kurmak gerekir. Hem özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, insana saygı, çevreye özen gibi asal değerleri savunmak hem de uçurulan yalan balonlarını fazla yol almadan indirmek için…

Bu satırlar yazılırken, yani Türkiye’nin ilk iletişim doktoru oluşundan 50 yıl sonra, iletişim aleminin durumunu ben böyle görüyorum. Bir açık mektupla sizinle paylaşayım dedim:

Dayanışma duyguları ve dostlukla.

İstanbul
24 Nisan 2024

Written on the occasion of the 50th year of receiving the degree of Doctor of Philosophy in Mass Communications from Indiana University – An Assessment

THE CONCEPT OF TRUTH AS THE MAIN AXIS OF THE UNIVERSAL COMMUNICATION ETHICS – A PROLOGOMENON
 
 
        “In the beginning was the word!” So begins a holy book. (1))
 
        That word was “true”.  It was the word of God, and since “He” would not lie, it had to be true.
 
        From the religious point of view,  for some, this was the beginning of “truth”.(2)
 
        Similar things can be said anthropologically and historically. In the beginning, the uttered word was most likely in response to a real need, a genuine request, an immeediate warning, as information. For he sake of the survival of the species, it must have been “true”. The date of this beginning, according to different scientists, might have been 70 thousand or 1.5 million years ago. (2)
 
        The same goes for the much more recent invention of “writing”, which is only 3500 years old by most accounts. (3) Writing  primarily served to record and transport the true “word”. Thanks to it, truth could spread” far and wide. This is partly why the Bible, the holy book of Christians, was called “Good News” by some and why Christian missionaries were happy about the expanding reach of the new communications media.Thus the “true word” would catch up with those who had not been fortunate enough to hear it yet.(4)
 
        In short, the “claim” or “promise” of truth was at the core of communicative acts from the very beginning. Imparting and sharing true information, was the main function of communication.

       This article argues that despite big technological, sociological and political  changes, this claim or promise must constitute the core of universal communication ethics today. Looking around, we would in fact be justified  to declare that telling the truth has never been as important as today – this Age of Post-truth, the era of rampant disinformation.
 

THE TRUE-FALSE DIALECTIC

        The imperative mood here implies the possibility that some messages may not meet the claim or promise of true-ness.  As every concept contains its opposite within itself, so must “true”, whether it manifests itself as a lie, an untruth, falsehood, inaccuracy, misinformation or disinformation.  
 
       In other words, just like true speech, we can trace its opposite, the lie, to the beginning. The truth signifies the lie. The real signifies the false. As it signifies it as a possibility, it also signifies it as a fact – in time. From possibilities emerge facts. They develop over time and grow when circumstances allow and spread out, acquire commercial, political and institutional structures.
 
        History tells us that people in early history were aware of the importance of truth in communication and were critical of those who did not conform to it. For example, in the period when cuneiform writing was just beginning to be used, it was expressed in a Sumerian proverb that scribes, who had a very respectable place in society, could fall into bad ways and do things they were not supposed to do:
 
       “A disgraced scribe becomes a man of magical spells.”” (5)
     
       Apparently the reputation of spell-makers was not very high in those days either!
 
        You could also say liar, disinformationist, sycophant, troll, swindler, “spin doctor”, deceiver instead of “spell-maker”. There is no shortage of words to describe those who engage in the dissemination of untruth and lies and disinformation in our age. They are everywhere. 
 
“TRUTH” IN RHETORIC AND PARRHESIA

         The Classical Rhetoric, which is known as the mother of communication studies, focuses on oratory or the ability to be effective in persuasive in speech. Does this mean that the use of untrue or false arguments and facts for the sake of persuasion was condoned?
 
       According to Aristotle, who is considered to be the founder of the art or science of Rhetoric, the “orator” verifies his words and is responsible for basing them on facts. However, ‘The First Teacher” looked for “veracity” in the character of the orator rather than in the message itself and relied on the assumption that an orator who abides by ethical rules will not resort to lying. (6)
 
        At that time, there were also those who went beyond good faith and emphasized the obligation of parhessia, that is, telling the whole truth frankly no matter what. It is interesting for us Anatolians that the person who made this sort of honesty a way of life was the folk philosopher Diogenes of Sinope. The risks and costs of telling the truth openly and especially to the faces of the powerful could be harsh. But they could not silence Diogenes, who made parrhesia a way of life and is said to have spoken frankly even to the most powerful man of his time, Alexander the Great! (7)
 
     His exclamation in the 4th century that “the greatest happiness in the world is to express the truth freely” is like a distant greeting to today’s warriors of freedom of expression and universal communication ethics based on truth..
 
        The ideal of parrhesia, which faded away during the Dark Ages and especially the Middle Ages, was reignited in modern times under other names and provided the seeds of contemporary freedom of expression arguments from Milton to Mill, Voltaire to Zola.  Religious believers like Milton said God gave reason to humans so that they could differentiate between true and false; and secularists of the Enlightenment argued that positive science would be their guide in finding the right answer.
 
        In the 20th century, on the eve of the onslaught of digital communications technology, Michel Foucault reinvigorated parrhesia as a philosophical concept that could be used in the political, social and personal quest of frankness at all levels (8)  At the same period, especially those who considered the media  “the fourth branch” of the democratic system of government considered “telling the truth at all costs” essential for both social development and happiness. In the second half of the century this approach was vigorously defended by those who saw  investigative journalism as essential for democracy. (9)
  

“HOMO SUPER COMMUNICATUS”

    With the advent of digital media into everyday life at the beginning of this century, it was anticipated that the realm of true information would further expand. The idea that every citizen could become a truth disseminator, akin to an investigative journalist, was quite popular. It was hoped that the constantly connected Homo Super Communicatus, who could access all information at all times from everywhere, would become fool-proof against lies and fabrications! (10)

    However, this optimism was short-lived. As the new communication space fell into the hands of greedy entrepreneurs who were more interested in making money than informing the public, the trend was reversed. Even if truths could be spoken without harassment thanks to democratic traditions, they began to be drowned out in the noise. In an environment of total networking and total communication, truth was hard to find, like a pin in a haybarn. (11)

    The same dialectic had produced the predicted outcome. Truth was being challanged in its own territory. After a while, as untruth became more lucrative and organized, there was perhaps as much anti-communication as communication. The new communication technologies were in the service lies and disinformation as much as truth and information. In many crtical instances and periods, they were dominant.

    The unfortunate reality is that Homo Super Communicatus, gluttonous like shark but equipped with a whale’s narrow throat, was overpowered by an increasingly relentless and indiscriminate information deluge, unable to deal with huge masses of incoming information, relying on emotions instead of reason and trusting fallacies and conspiracy theories instead of science.

     Regardless of the content, “noise” had become the primary message.

     Obviously, this marked the end of the progressive optimism of the Enlightenment. Poet John Milton, who advocated the free expression of truths, confident of God given reason, had challanged his contemporaries in1644:

       “Let truth and falsehood grapple. Who ever knew truth put to the worse?” (12)

       We have! We see it every day. “Truth” is frequently defeated, and worse; we can’t tell who is who on the pitch. They are dressed similarly, and someone pours plenty of oil on them. It’s unclear whose hand is in whose wrestling tights.

     This stage is now called the “Post-truth era”! bewildering period where the weight and validity of the truth no longer matter.

     We could even say that this is worse than being in the Age of Lies. Truth, defeated by lies, does not expire. It can straighten up in the future with the help of reason or science . What about now, when even these presuppositions have been demolished?

    The neuralization of truth by noise is a serious source of worry for those who believe in democracy. An informed public is still indipensable for it to work. People must acquire knowledge before they can form opinions. Where will it come from?  Who will keep them informed, provide them with true information? “A free and independent news media”, according to the theory. What if no such media exists? What if media itself has turned into the primary source of noise that is more like a fog, rather than light? 

     Can democracy survive?
 
TELLING IT LIKE IT IS

     Acknowledging that the primary task of the media is to convey truth (information, knowledge, news), gives rise to the following question: What is “truth”?

     This undoubtedly is one of the most debated questions in philosophy. The “Correspondence Theory”, in its various versions has been proposed to provide a satifactory answer. The adequacy, correspondence, congruence, similarity, and representational capacity between what actually happened and what is narrated are seen as the differentiator of truth claims.(13)

    We are talking about “fidelity” between what actually happened and what is relayed in the report. The claim is that whatever happened must be told exactly as it occurred – as sloganized in the classical maxim “telling it like it is.”

   The notion of “truth” is different from the concept of fidelity mentioned in some communication models, including Shannon and Weaver(14). In “fidelity” as used in the model, the content is irrelevant; we are talking about the overlap between the message sent by the sender and the message received by the recipient. In “truth,” we talk about the overlap between what is “real” and what is conveyed. A message can be very faithful to its source, without necessarily reflecting the truth.  

       Ironically, when approaching the message in terms of the concept of Correspondence, we inherently accept that the perceived, decoded “truth” cannot be identical to the one encoded by the sender. Even when it is totally faithful, it can only be understood as much as the the receiver is capable of understanding.

The statement by the Sufi poet Rumi, “Do not bother; they can only understand you as much as they are able,” indicates that even then, this greatest weakness of communication was known.(15)

    He might have added a counterpart: “Strive a lot, make an extra effort to understand, because those who speak can only explain their intentions as much as they are able.”
     
Much human communication takes place between those whose capacity to express their true intentions is limited with those whose ability to understand them is insufficient.

 As George Bernard Shaw once said “The single biggest problem in communication is the illusion that it has taken place. (16)

       Herein lies the communication conundrum.

      As communication professionals we are expected and obliged to strive to do our job well in both senses, i.e., to express ourselves well and to try hard to understand what is being said. The cognitive skills, professional mastery, and intention of the communication expert is constantly being put to test. This is where we distinguish the “good communicator” from the “bad communicator.”
 
CRISIS OF TRUTH

So why is it so important to try to speak the truth?

First and foremost, let’s say it is important in the Aristotelian sense of “good life” and happiness. Lying has been considered a shameful act by general morality and religions through the ages.  Honesty has been praised as a “virtue”, important for the development and peaceful existence of the human species.  Yet, looking behind, it is clear that that most religions have fallen far behind the concept of parrhesia which considered the clear, frank expression of truths as a high human quality, regardless of the subject. Monotheistic religions, while strongly criticizing lying, slander, and false testimony in daily life, have imposed harsh penalties, including impaling, tongue cutting and death for speaking some truths. Even today, there are places where people are killed for this “crime.”

      In recent times, as the ideology of independent media has grown, the concept of parrhesia has attracted the attention of important thinkers like Foucault as I said earlier. According to them, it is an element in a person’s growth which is essential for the development of individuality; it is needed for the sense of being oneself, as a test of courage. (16)

     Likewise, loyalty to the spirit of telling the truth and parrhessia in all areas of  communication practice can be seen as a part of each and every communicator’s progress towards becoming a virtuous professional. Any code of ethics that does not declare allegiance to parrhesia and condone its violation can said to be contributing to the corruption of not only their profession but also democracy.

     Certainly, the dose and style of delivery of the message may differ from branch to branch –news, advertising, public relations, political communication etc.– but the underlying message remains the same:  Don’t lie, tell the truth!

     The great crisis of democracy is not only political, cultural, social; it is also cognitive. It has to do with the cognitive capabilities and weaknessess of homo sapiens, and its current version, the Homo Super Communicatus. Artificial intelligence can help in certain instances, but it it can make it even worse in others. It can be an agent of true information as well as disinformation.
 
THE END OF HISTORY?

       So what should be done for finding a solution that befits the true dimensions of this great crisis?

      First of all, it is necessary for every professional in the field communications to look at their own ethical codes in light of the current crisis and ask the critical question: What else can we do to combat the pandemic of lies?

     But this is not enough: In our age, communication structures are not just a part of an illusory super-structure cut off from base of actual production; they are indeed the main means of all production processes, material or intellectual. The indispensibility of true information for democracy and happiness must be emphasized everywhere, at all layers of life, especially in the education system.  

     The crisis of truth can also be seen as a sign that the basic assumptions of the Enlightenment are no longer taken as valid. The Enlightement revolutions, which changed the course of history, were based on the assumption that humans are intelligent beings, and if they can learn the facts freely, they will eventually choose democracy as the best system of government.  

     It cannot be expected that truth will eventually win or democracy will triumph in a communication order where truth is drowned out, and anti-communication, that is, the forces of disinformation, become dominant or superior.

    That, in a sense, would be the end of history!
 

 ——————————————

FOOTNOTES

(1) The New Testament, John:1
(2) Paulos, George, On the Origins of Human Speech and Language, Amazon Books, 2021
(3) Wikipedia, “History of Writing”,
(4) Carey, James, Communication and Culture, Essays on Media and Society, Routledge, 1989
(5) Brown, Shelley, “Where did writing come from?”, Getty Museum
(6) Several translations of Aristotle’s The Rhetoric is available on the Internet.
(7) Rubineau, Jean-Manule and DeBevoise, Malcolm, The Dangerous Life and Ideas of Diogenes the Cynic, Oxford University Press, 2023
(8) Foucault, Michel, The Meaning and Evaluation of the Word Parrhesia, University of California Press,1999
(9) All Investigative Reporting texts provide extensive information on the concept.  For a comprehensive source in Turkish, see Şahin Haluk’s Who is Afraid of the Investigative Reporter (Kim Korkar Soruşturmacı Gazeteciden), Say Yayınlari, 2012
(10) Şahin, Haluk, “Why Do We Miss Newspapers in the Age of Homo Super Communicatus.?” Reflektif, Journal of Social Sciences, Vol 4, No:1, pp.123-126
(11) See, e.g., Han, Byung-Chul, Psyco-Politics: Neo-Liberalism and New Technologiess of Power, Verso, 2017
(12) Milton, John, Areopagitica, speech made to the Parliament of England, 1644.
(13) Rasmussen, Joshua, Correspondance Theory of Truth, Routledge Encylopedia of Philosophy, 2018
(14) Shannon, Claude E; Weaver, Warren, The Mathematical Theory of Communication, University of Illınois Press, 1998
(15) Common quote, exact source unknown, probably in Masnawi.
(16) Whyte, William H., “Is anybody Listening?”, Fortune, September 1950, p.77
(17) Foucault, ibid.

Paylaş:
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir