İçeriğe geç

İletişim fakültelerini kapatalım

Başlığa bakıp telaşa gerek yok. Çünkü bu yazının ikinci cümlesi şöyle: “Ya da diğer tüm bölümleri bir çeşit iletişim fakültesi yapalım.”

Dr. Kubilay Çelik’in “Medya ve İletişim” adlı Türkiye medya dünyasını ve iletişim eğitimini kuşbakışı ele alan görüşmeler kitabını okurken geçmişi ve geleceği düşündüm ve bu düşüncem netleşti.

Bence “gazetecilik” anlamında “basın ve yayın okulları”na ve iletişim fakültelerine artık ihtiyaç kalmadı. Ama, herkesin bir iletişim aktörü olduğu ve bir çeşit gazetecilik yapabildiği bu dönemde iletişim müfredatı sadece bir uzmanlık okuluyla sınırlandırılamaz, tüm fakültelere yayılmalı ve zorunlu olmalı!

Bunu Avusturyalı düşünür Ivan İllich’in 1971’de çıkan “Deschooling Society” (Okulsuz Toplum) adlı kitabında işlediği anlamda söylüyorum. İletişim fakültelerini, halka açıp, toplumsal “eğitim ağları”nın merkezi haline getirelim anlamında.

Dr. Çelik’in kitabına göre, şu anda ülkemizde “gazeteci” yetiştiren 73 iletişim fakültesi varmış ve mezunlarının çoğu basın sektöründe iş bulamıyormuş! Dr. Çelik, bu nedenle iletişim fakültesi mezunlarına basın yayın sektöründe ayrıcalık tanınmasını istiyor.

Sorunun böyle çözülebileceğini sanıyorum. İletişim hocaları ve öğrencileri olarak önce neyin değiştiğini iyi görmeli, gerçekçi bir değerlendirme yapmalı, yeni döneme zamanın ruhuna uygun bir yön vermeye çalışmalıyız.

HAYAT BOYU İLETİŞİM ÖĞRENCİSİ

İletişim öğrenimi ile bağlantım 60 küsur yıl önceye gidiyor. 1958 yılında bir AFS bursu ile ABD’ye gittiğimde, seçildiğim liseden mezun olabilmem için almak zorunda olduğum derslerden birisinin “Speech” olduğunu söylediler. “Hitabet” ya da “konuşma sanatı” da diyebiliriz.

Araştırınca gördüm ki, Batı dünyasında iletişim öğreniminin kökleri o konuya, yani Aristo’nun kitabını yazdığı “Retorik”e gidiyor. Aydınlanma döneminde Avrupa’da iyi eğitimli insanın Latince ve Eski Yunanca’nın yanı sıra retorik öğrenmiş olduğu varsayılıyormuş.

Buna bir çeşit iletişim dersi gözüyle bakabilirsiniz, çünkü iletişim kuramı gibi o da, “İnsanları etkilemek için kime, nerede, nasıl hitap edilmeli?” sorusuna yanıt arıyor. İlk iletişim modeli de Aristo’dan: Hatip-söylev-dinleyici.

Zamanla Amerika’da gördüm ki, daha sonra “iletişim” adını alacak olan gazetecilik okullarının çoğu önce Speech, Theatre and Rhetoric (Hitabet, Tiyatro ve Retorik) fakültelerinde yuvalanmış, sonra bağımsızlığını kazanmış, “gazetecilik” olmuş, bilimsellik iddiası ağırlaşınca iletişime (communication) dönmüş.

Benim 1977-1980 arasında ders verdiğim Cleveland State Üniversitesi İletişim Fakültesi, Speech and Theatre Fakültesi’nden kopmaydı.

1968-1974 yıllarında Indiana Universitesi’nde Yüksek Lisansı’mı “gazetecilik” dalında yaptım, okulumun adı Ernie Pyle School of Journalism idi; doktoramı ise yeni açılan “Radio, Television and Mass Commınications” bölümünde tamamladım.

Böylece Türkiye’nin ilk Mass Communications (Kitle İletişim) Doktoru oldum.

Yaşlı anneannem ne yaptığımı sorunca “Radyo, televizyon…” gibi şeyler gevelemiştim, o da “Onları tamir mi ediyorsun?” diye sormuştu!

Rahmetli haklıymış: Hayatım onları tamir etmeye çalışarak geçti!

Yurda döndüğümde iki çeşit gazetecilik okulu vardı: İki yıllık olanlar ve Ankara’daki Basın Yayın Yüksek Okulu gibi dört yıllık olanlar. Ben bu ikincisinde hoca olacaktım. İletişim fakülteleri sonra çıktı.

Yani teknoloji ve meslek değiştikçe okulların adı da değişti.

Yeni bitirdiğim “Ve Tren Gidiyordu!” adlı anılarımda anlattığım üzere, hem pratik hem de akademik olarak trenin değişik kompartmanlarında dolaştım durdum. Manzara ile birlikte tren de değişiyordu.

Beş yıl kadar önce İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden haddimi aştığımdan (Yaş haddi!) emekli oldum.

Şimdi “emeritus” profesör olarak arada bir odama uğruyor, meslektaşlarım, asistanlarım ve öğrencilerimle konuşuyor, dijital iletişimin medyayı, siyasal süreçleri ve hayatımızı nasıl değiştirdiği üzerine yılda bir ders veriyor, bir de “Joys and Sorrows of Homo Super Communicatus” adlı İngilizce bir kitap yazıyorum.

Evet, yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklarla tür değiştirdiğimizi, homo sapiens’ten homo super communicatus’a geldiğimizi savunuyorum.

DEĞİŞEN VE DEĞİŞMEYEN

Yani, o ilk “Speech” dersini aldığımdan bu yana köprülerin altından çok sular aktı.

20. Yüzyıl’ın ikinci yarısı, başta televizyon, kitle iletişimin altın yılları oldu. Sonra 21. Yüzyıl başından itibaren Dijital Çağ’a, internete ve sosyal medyaya geçtik. Kağıt-mürekkep gazeteler beklenenden çok daha hızlı bir biçimde sahneyi terk etmeye başladı. Dijital teknoloji nedeniyle görüntü, ses ve yazı arasındaki duvarlar yıkıldı, mesleki uzmanlıklar önemini yitirdi. Yalnızca iletişim öğrencilerinin değil, internet kullanan herkesin temel iletişim becerilerini edinmesi şart oldu. Mizanpaj, ses, görüntü kullanımı, sözcüklerle kendini ifade ustalığı bir mesleki uzmanlık alanı olmaktan çıktı, günlük ihtiyaç haline geldi…

Herkes gazeteci oldu ama gazetecilik de başka bir şeye dönüştü.

İletişim artık teknik bir uzmanlık alanı değildir. Tüm çağdaş yaşamın merkezindedir.

Öyleyse, retorik döneminde olduğu gibi, onu eğitim ağlarının merkezine koymak gerekiyor.

Bu yalnızca kullandığımız sözcükleri, gösterdiğimiz resimleri, çaldığımız şarkıları özenle seçmeyi öğrenmek anlamına gelmiyor. Daha fazlası gerek: Etik duyarlıkları yüksek “iletişim özneleri” olmak zorundayız!

Bunun da öncelikle okulda (okullarda) öğrenilmesi gerekiyor.

İletişim becerileri de öyle: İletişim fakültelerinin belirli dersleri tüm fakültelere açık “ağ” kaynaklar haline gelmeli; madem ki herkes iletişimci oldu, o halde herkes nasıl daha iyi nasıl iletişimci olunacağını öğrenebilmeli.

HEPİMİZ ENFORMASYON İŞCİSİYİZ

İçinde bulunduğumuz tarihsel ve teknolojik dönemi iyi anlamalıyız. Artık hemen tüm sektörler enformasyon ağırlıklı. Filozof Byung-Chul Han’ın dediği gibi artık her şey, iyisiyle kötüsüyle, eriyip enformasyona dönüşüyor. Hemen hepimiz mesleki olarak da enformasyon üreticisi, işleyicisi, göndericisi, tüketicisiyiz.

Yeni iletişim okullarının adlarında da eski medyadan kopuşu yansıtan, yaratıcılığı ön plana çıkaran terimlere rastlamamız da bu yüzden: School of Communication Arts ya da Department of Communication Design gibi. (İletişim Sanatları Okulu ya da İletişim Tasarımı Bölümü)

Bu ne demek? Biz yeni, dijital düzenin bir parçasıyız, eski medyayla değil yenileriyle çalışıyoruz, “atom” değil, “byte” üretiyoruz demek!

Hayatın gerçeği. Ama onların şunu da söylemelerini sağlamalıyız:

Retorik geleneğinden geliyoruz. Amacımız iknadır. Bu yüzden özgürlükten yanayız. Teknoloji nereye giderse gitsin evrensel iletişim etiğine inanıyor onu uyguluyoruz.

Paylaş:

2 Yorum

  1. Mustafa Dermanlı Mustafa Dermanlı

    Özellikle belediyeler, kamu kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve tümünün yöneticilerinin sosyal medya hesaplarının yönetimiyle ilgili eğitim verilmesi gerekiyor. Zira sosyal medya, medya etiğinden azade olmaması gereken bir noktaya geldi. Herkes kendi haber kaynağını kullanarak içerik üretiyor. Kaldı ki meclisten geçen son yasa ile bu daha kritik bir hale geldi. İşin yasa ve etik boyutu bir yana, bir de iletişim mecrasını etkin kullanmak, doğru metni girmek, iletiyi silmek ve düzeltmek zorunda kalmamak (veya en asgari düzeyde bunu yapmak), içeriği doğru zamanda paylaşmak gibi önemli hususlar da var. Yazıda da belirtildiği gibi medyaya dair okulda öğretilen bilginin açık kaynak olması önemli. Ama yeterli mi? Bence yetmez. Çünkü ilk maddede bahsettiğim, sorumluluğu olan kişi ve kurumların bu metinleri okuyup da, uygulayacaklarına dair inancım pek yok.

  2. Bülent püsküllü Bülent püsküllü

    Bence dersleri sokakta vermek gerekiyor.üniversiteli diye bakmayın çoğu iki kelimeyi yanyana bile getiremiyor….

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir